Arena Bir . Морган Райс
Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Arena Bir - Морган Райс страница 10

СКАЧАТЬ şu an olduğundan bile daha güvenli yapmanın yollarını düşünmeye başladım. Açık pencereleri istediğimiz zaman kapatabilmek onlara kepenk yapmanın bir yolunu bulmak zorundayım. Etrafa bakınarak, işe yarayabilecek bir şeyler bulmaya çalışıyorum. Kepenkler için menteşelere ihtiyacım olacak. Oturma odasındaki kapının menteşelerini gözüme kestiriyorum, belki bunlar işime yarayabilir. Hatta elim değmişken belki tahta kapıyı da testereyle kesebilirim.

      Etrafa dikkatle baktığım zaman, kullanabileceğim daha çok şey görmeye başlıyorum. Babamın garajda bıraktığı, içinde testere, çekiç, tornavida hatta bir kutu da çivinin bulunduğu alet çantası aklıma geliyor. Bu kutu sahip olduğumuz en kıymetli eşyalardan biri ve aklımın bir köşesine almam gereken ilk şeyin o olduğuna dair bir not düşüyorum.

      Tabii son olarak da motosiklet. Kafamda en ağır basan şey bu motosiklet; ne zaman ve nasıl taşınmalı? Onu geride bıraktığım fikrine, bir an bile olsa, dayanamıyorum. Bu yüzden oraya ilk gidişimizde onu da götüreceğim. Fakat onu çalıştırıp, tüm dikkatleri üzerime çekme riskini göze alamam. Ayrıca dağ yolu onu süremeyeceğim kadar yokuş. Bunun ne kadar zor olacağını şimdiden tahmin edebiliyorum, özellikle bu karlı havada. Fakat başka bir yolum yok. Eğer Bree hasta olmasaydı bana yardım edebilirdi. Ancak şu haliyle bir şeyler taşımasını geçtim, belki de onu sırtıma alıp taşıyan ben olacağım. Yola çıkmak için yarın geceyi, karanlığın iyice çökmesini beklemekten başka şansımızın olmadığını anlıyorum. Bu yaptığım belki de sadece paranoyaklık. Birinin bizi izliyor olması uzak bir ihtimal fakat, tedbirli olmak her zaman iyidir. Bu dağlarda bizden başka da hayatta kalanlar olduğunu bildiğim için bu önemli. Bundan eminim.

      Buraya geldiğimiz ilk günü hatırlıyorum. İkimiz de dehşet içinde, yalnız ve tükenmiştik. O gece ikimiz de aç bir halde yataklarımıza yatmıştık ve ben hayatta kalmayı nasıl başaracağımızı merak etmiştim. Manhattan'dan ayrılarak, annemizi terk etmek ve her şeyi geride bırakmak acaba bir hata mıydı?

      Burada uyandığım ilk sabah, kapıyı açtığım zaman gördüğüm şey karşısında şaşkına dönmüştüm: ölü bir geyiğin leşi. Önce, dehşete kapılmıştım. Bunun bir tehdit veya uyarı olduğunu, varlığımızı buralarda istemeyen birinin, gitmemiz için bize gözdağı verdiğini düşünmüştüm. İlk şaşkınlığımı attıktan sonra, durumun hiç de böyle olmadığını anladım: bu aslında bir hediyeydi. Birisi, bizi izliyor olmalıydı. Ne kadar çaresiz bir durumda olduğumuz görmüş ve inanılmaz bir cömertlik örneği sergileyerek bize, haftalarca karnımızı doyurmaya yarayacak avını vermeye karar vermişti. Bunun, onun için ne kadar değerli olduğunu tahmin bile edemiyorum.

      Dışarı çıktığımı, dağın etrafına, ağaçların üstüne dikkatle bakarak, birden birinin çıkıp, bana el sallamasını beklemiştim. Ancak böyle bir şey olmadı. Tek gördüğüm şey ağaçlardı ve dakikalarca orada durduğum halde duyduğum tek şey ise, sessizlikti. Ama biliyordum, biliyordum işte, izleniyordum. Bu dağlarda tıpkı bizim gibi hayatta kalmaya çalışan insanlar olduğundan emindim.

      O günden beri, bu dağlarda kendi başlarına yaşayan, başkalarının işlerine burnunu sokmayan, köle avcılarına yakalanmamak için birbirleriyle asla iletişim kurmayan gizli bir teşkilatın üyesi olmaktan bir çeşit gurur duymuşumdur. Sanırım hayatta kalan diğerleri bunu, bu şekilde başardılar: hiçbir şeyi şansa bırakmayarak. En başta, bunu anlamamıştım. Fakat şu an ise bunu takdir ediyorum. O zamandan beri, kimseyi görmemiş olsam bile, asla kendimi yalnız hissetmedim.

      Fakat bu benim daha da tedbirli olmama sebep oldu; şu diğer hayatta kalanlar, eğer halen hayattalarsa, en az bizim kadar aç ve çaresiz olmalılar. Özellikle bu kış aylarında. Kim bilir, belki açlık, belki ailelerine bakma zorunluluğu, bu insanlardan bazılarını çaresizliğin sınırlarına kadar getirmiş ve yardımsever yanları, yerini tamamen hayatta kalma içgüdülerine bırakmıştır. Bree, Sasha ve benim yaşadığımız açlığın, kafama nasıl da umutsuzca fikirler sokabildiğini çok iyi biliyorum. O yüzden hiçbir şeyi şansa bırakmayacağız ve gece vakti harekete geçeceğiz.

      İşler yolunda gidecek gibi. Sabah oraya yalnız başıma tekrar çıkarak, kimsenin içeri veya dışarı çıkmadığından emin olmak için keşfe çıkmalıyım. Ayrıca geyiği gördüğüm yere gitmeli ve geri dönmesini beklemeliyim. Zor olduğunu biliyorum ama eğer onu tekrar bulur ve öldürebilirsem, eti haftalarca karnımızı doyuracaktır. Yıllar önce bize sunulan ilk geyiği heba etmiştim çünkü derisini nasıl soyacağım, etinin ne şekilde kesilmesi gerektiğini ve bozulmadan nasıl saklayabileceğimi bilmiyordum. Koca geyikten sadece tek bir öğün çıkarıp, gerisini yüzüme gözüme bulaştırmışım ve aynı hatayı tekrar yapmamaya kararlıyım. Bu sefer, özellikle hava böyle karlıyken, etini saklamanın bir yolunu bulacağım.

      Cebime uzanıp, babamın ayrılmadan önce bana verdiği çakıyı çıkarıyorum; adının baş harflerinin ve Deniz Piyadeleri logosuyla süslenmiş paslı sapını, buraya geldiğimiz her geceden beri yaptığım gibi ovuyorum. Kendi kendime, onun halen hayatta olduğunu söylüyorum. Bunca yıldan sonra onu görme şansımın sıfıra yakın olduğunu bilsem bile, bu ihtimali kafamdan çıkarıp atamıyorum.

      Her gece, babam keşke gitmeseydi, savaşa gönüllü olarak katılmasaydı diye düşünürüm. En başından beri aptalca bir savaştı. Nasıl başladığını asla tam olarak anlamamıştım ve halen de bilmiyorum. Babamın bana defalarca anlatmış olmasına rağmen, gene de anlamamıştım. Belki yaşımla alakalıdır. Belki de yetişkinlerin birbirlerine ne kadar düşüncesizce şeyler yapabildiğini anlayamayacak kadar gençtim.

      Babamın anlattığına göre, bu ikinci Amerikan Sivil Savaşı'ydı. Fakat bu seferki Kuzey ve Güney arasında değil de, politik partiler arasında gerçekleşiyordu. Demokratlar ve Cumhuriyetçiler arasında. Bunun uzun zamandan beri beklenen bir savaş olduğunu söylemişti. "Son yüz yıldır." demişti, "Amerika iki farklı ulus olarak kutuplaşmakta; aşırı sağ ve aşırı sol." Zaman içinde bu farklılıklar öylesine derinleşmiş ki, Amerika, birbirine zıt fikirlerin ikiye böldüğü bir ulus haline dönüşmüştü.

      Babamın dediğine göre, solda yer alan insanlar, yani Demokratlar, devletin sürekli büyümesini istiyor ve vergileri yüzde 70'e kadar çıkararak, insanların hayatlarının her safhasına müdahale edebilmek istiyorlarmış. Öte yandan, Cumhuriyetçiler ise tüm vergileri kaldırmayı, insanları rahat bırakıp, kendi geçimlerini istedikleri gibi sağlayabilme hakkını onlara tanımak niyetindelermiş. Zaman içinde bu iki farklı ideoloji, uzlaşmak yerine birbirlerinden iyice ayrı düşmeye başlamışlar. İşleri o kadar ileri bir noktaya götürmüşler ki artık iki taraf da sağlıklı düşünemez olmuş.

      Durumu daha kötü hale getiren şey ise Amerika'nın artan nüfusu olmuş. Politikacılar için ulusal çapta ilgi çekmek o kadar zor bir hale gelmiş ki iki tarafın politikacıları, ulusal televizyon kanallarına çıkabilmek için söylemlerini iyice uç noktalara taşımışlar. Hem böylece kendi hırsları için gereken ilgiyi de toplayabiliyorlarmış.

      Sonuç olarak ise iki partinin de en çok gelecek vaat eden kişileri, birbirlerine üstün gelebilmek için kendilerinin de

      inanmadıkları şeyleri radikal bir şekilde savunan ve başarılı olmak için bunu yapmaktan başka şansları olmayan politikacılar olmuş. Haliyle, iki parti tartışmaya başladığı zaman, yapabilecekleri tek şey, sürekli daha da sertleşen bir üslup takınarak, birbirleriyle ters düşmek olmuş. En başlarda bu sözlü saldırılar ve kişisel hakaretlerden ibaretmiş. Ancak zaman içinde sözlü СКАЧАТЬ