Название: CELIL OKER-ÖZEL BASKI-BIR SAPKA BIR TABANCA
Автор: Celil Oker
Издательство: Автор
isbn: 9789752126428
isbn:
Ellerim cebimde yatağın ayakucunda durdum, odaya baktım. Yanmamış sigaram hâlâ ağzımdaydı.
Kabak kafalı kılavuzum benim bile duyabileceğim bir sesle içini çekti.
Evi görmeye gelen bir emlak komisyoncusunun merhum Nurullah Bey’in giysi dolabını kurcalamaya başlamasını ona nasıl izah edeceğimi düşünüyordum şimdi. Yanmayan sigaramı elime alıp ağır ağır odanın ikinci bölümüne doğru yürüdüm. Peşimden geldi.
Berjerlerin önünde durduğu pencereler de açıktı. Sağdakinden kafamı uzatıp dışarı baktım. Yandaki apartmanla aradaki boşluğu oluşturan bahçe bakımlıydı.
Emlak komisyoncusunu çöpe attım sonra.
Berjerlerden, arkasında ayaklı lamba olanına oturdum. Bu, Nurullah Sert’in koltuğu olmalıydı. Karşımdaki koltuğa işaret ettim.
“Otursana Süleyman Efendi,” dedim.
Evi Noyan Sert’le bildirdiğimiz fiyatın iki katına satıp farkı bölüşelim demişim gibi şaşırdı. Elini kabak kafasından geçirdi önce. Sonra yüzüne sinirli bir gülümseme geldi.
“Otur, otur,” dedim. “Biraz konuşalım.”
Sağına soluna baktı oturmadan önce. Berjerin ucuna, bacaklarını birleştirip hemen kalkacakmış gibi oturdu. Sonra merakla yüzüme baktı. Çok önceleri sormam gereken soruyu sordum.
“Soyadın ne senin?”
Yüzündeki merak iyice koyulaştı.
“Çiçek,” dedi. Araya bir boşluk verdi, “…Beyim…” diye ekledi.
“Emlak komisyoncusu değilim ben,” dedim. Yanmamış sigarayı yeniden dudaklarıma yerleştirdim.
Biraz rahatlar gibi oldu Süleyman Çiçek. Ama rahatlamadı, terliklerini birbirine sürtmesinden kestirdim bunu.
“Anlamalıydım,” dedi. “Onlar geveze olurlar.”
“Dinleyecek adam bulursam ben de konuşmayı severim,” dedim. “Noyan Bey babasının ölümünden sonra kafasını karıştıran bir şeyi bulmam için çağırdı beni.”
Eliyle bir kez daha kabak kafasını sıvazladı. Yetmedi, bir daha. Hafif hafif beyazlaşmaya başlayan kaşlarının üzerinde bir iki damla ter gördüm.
Dur bakayım, dedim kendi kendime.
Bu yüzden sustum.
“Bir kabahatimizi mi görmüş Noyan Bey?” dedi Süleyman Çiçek, benim konuşmaya niyetli olmadığımı anlayınca.
“Yoo…” dedim, kendisiyle derdim olmadığını anlatan bir sesle. “Şu tabancanın nerden çıktığını merak ediyor.”
“Hangi tabancanın?”
Hemen gelmişti soru. Bir ara daha verdim.
“Babasının,” dedim sonra.
“Nurullah Beyimin tabancası yoktu ki.”
Yakmadığım sigarayı elime alıp onunla eşraf evinden çıkma dolabı gösterdim.
“Aç şunu.”
Bir dolaba bir bana baktı Süleyman Çiçek. Sonra yeniden dolaba.
“Aç, aç,” dedim, ne dediğini bilen birisinin vurgularıyla.
Bir kere daha sıvazladı kabak kafasını. Kaşlarının üzerinde beliren terin gerisi gelmemişti.
Ayağa kalktı. Dolaba doğru hızla yürüdü. Elini kapağın seramik tutamadığına atmadan önce dönüp bana baktı. Sigarayı tutan elimle cesaretlendirdim onu.
Ağır ağır açtı dolabı. İçinde bana göstermek istemeyeceği bir şey varmış gibi ağır ağır.
Yarısı boşaltılmıştı dolabın. Askılıktaki boru yakası kürklü kalın bir paltonun dışında boştu. Koyu mavi renkli bir Samsonite bavul, boşluğa sığsın diye verevine yerleştirilmişti. Kilitlerin dilleri yerlerine yerleştirilmemişti.
Gözlerimi yukarı kaldırdım.
Bogart şapkası üstte, ne olduğunu buradan anlayamadığım kumaş yığınının önünde bütün görkemiyle duruyordu. Bize doğru bakıyordu şapka. Nurullah Sert’i sevmeye başladığımı düşündüm.
İki yanı da boştu şapkanın.
“Şapkayı dikkatle kaldır,” dedim, oturduğum yerde yönümü o tarafa doğru çevirerek. “Dikkatli ol, altında bir şey var. Düşürme.”
Süleyman Çiçek dudaklarının arasından bir şeyler mırıldandı önce. Sonra parmaklarının ucunda yükseldi. Elini yeni doğmuş bir kedi yavrusunu tutacakmış gibi abartılı bir biçimde yükseltti, şakaya dokundu. Sonra yanlış yere park etmiş bir otomobili kaldıran bir çekici vinci gibi yukarıdan kaldırdı şapkayı. Sanki giyecekmiş gibi evirip çevirdi elinde. Tabancayı ondan önce gördüm ben.
Namlunun üst kısmını seçebiliyordum oturduğum yerden. Gez ve arpacığını. Siyah, pırıl pırıl, öldürme potansiyeli yüksek.
Elimdeki sigarayı yeniden ağzıma yerleştirip ayağa kalktım. İki adım atıp parmaklarımın ucuna yükselme ihtiyacı duymadan gardırobun içine uzandım. Humphrey Bogart şapkanın yanında duran kumaş yığınını karıştırdım hızla. Elime beyaz bir atletle uzun paçalı bir don geldi. Beyaz atletle tuttum aldım durduğu yerden tabancayı. Hareketimle bir rüyadan uyandı sanki Süleyman Çiçek, Bogart şapkayı aldığı yere bıraktı hızla. Sonra yüzüme baktı.
“İşte bu tabanca,” dedim.
Sig Sauer 232. Açık avucumun içinde, Nurullah Sert’in beyaz atletinin ortasında kapkara yatıyordu. Emniyeti kapalıydı. Kabzasını kavrasam ele iyi otururdu kuşkusuz.
Elimi yukarı kaldırdım biraz, Süleyman Çiçek’e göstermek için. Soru sorar gibi baktım.
“Hiç görmedim Nurullah Bey’in elinde,” dedi. “Evin içinde…”
“Oğlu da görmemiş,” dedim. “Merak ettiği de bu işte.”
“Bir yerde mi buldu acaba?”
“Bilemem,” dedim. “Oğluna kızına hiç söz etmemiş.”
“Allah Allah!” dedi Süleyman Çiçek.
“Öyle,” dedim.
СКАЧАТЬ