Название: Uğultulu Tepeler
Автор: Эмили Бронте
Издательство: Elips Kitap
isbn: 978-625-6486-54-6
isbn:
Edgar: “Hem sen bile bile yalan söyledin.” diyordu. Küçük Hanım kendini toparlayarak: “Hayır, söylemedim!” diye bağırdı. “Ben bile bile bir şey yapmadım… Ama madem istiyorsun, öyleyse git… Defol! Şimdi ben de ağlayacağım, kendimi hasta edinceye kadar ağlayacağım!”
Bir sandalyenin yanına diz çöküp gayet ciddi bir şekilde hüngür hüngür ağlamaya koyuldu.
Edgar’ın inadı ancak avluya varıncaya kadar devam edebildi; oraya varınca durakladı. Ben de onu kışkırtmaya karar verdim.
“Küçük Hanım çok dikkafalıdır, efendim.” diye seslendim. “Bütün şımarık çocuklar gibi kötü huyludur… En iyisi, siz atınıza atlayıp evinize gidin yoksa sırf bizi üzmek için hastalanacaktır.”
Yufka yürekli delikanlı, göz ucuyla pencereden içeriye baktı; nasıl bir kedi, ölmüş bir fareyi ya da yarısı yenmiş bir kuşu bırakmazsa onun da bu evden gitmeye gücü yoktu.
İçimden: “Ah, onun için kurtuluş yok!” diye düşündüm. “Gazaba uğramış bir kere. Kaderine doğru uçuyor.”
Gerçekten de öyle oldu. Birden döndü, telaşla tekrar eve girdi ve kapıyı ardından kapadı.
Bir süre sonra Hindley Earnshaw’nun, körkütük sarhoş döndüğünü gördüm. Evi başımıza yıkacak hâldeydi; zaten sarhoşken hep bu fikri benimserdi. Haber vermek için içeri girince kavganın, sadece Catherine’le Edgar’ın arasındaki samimiyeti artırmaya yaradığını fark ettim. Gençlere has o ürkeklik, çekingenlik de kaybolmuş; arkadaşlık perdesi kalkmış, birbirlerine âşık olduklarını ilan etmişlerdi.
Hindley’in geldiği haberi, Edgar’ı hemen atına atlamaya, Catherine’i de odasına kaçmaya zorlamıştı. Ben de küçük Hareton’ı saklamaya, sonra da Bey’in av tüfeğindeki fişekleri boşaltmaya gittim çünkü Bey sarhoşken çılgınca bir heyecan içinde tüfeğiyle oynamaya bayılır, böylece onun canını sıkan ya da gözüne sık sık görünen kimselerin hayatı tehlikeye girerdi. Ben de işi, tüfeği ateşlemeyi düşünecek kadar ilerletirse diye -muhtemel bir kötülüğü önlemek için- kurşunları boşaltmayı kararlaştırmıştım.
9
Hindley, daha duyunca bile insanı dehşete düşüren küfürler savurarak içeri girmiş, beni de oğlunu, mutfak dolabına saklamak üzereyken yakalamıştı. Hareton’ın babasının vahşi bir hayvanın muhabbetini andıran yırtıcı sevgisinden de delice öfkesinden de ödü patlardı. Birinci durumda, soluğu kesilinceye kadar öpülür, sıkıştırılırdı; ikinci hâlde ise ocağa atılma ya da duvara çarpılma tehlikesiyle karşı karşıya gelirdi. Zavallı yavrucak, bu yüzden benim sakladığım yerde gık bile demeden beklerdi.
Hindley, beni bir köpek yakalar gibi ensemden tutup çekerken: “İşte nihayet her şeyi öğrendim!” diye bağırdı. “Yemin ederim ki, siz aranızda bu çocuğu öldürmek için birlik olmuşsunuz! Onun benden niye uzak durduğunu şimdi anladım. Ama ben de şeytanın izniyle, sivri uçlu bıçağı sana yutturacağım, Nelly. Gülmene hiç lüzum yok çünkü az önce Kenneth’i, Blackhorse Bataklığı’na baş aşağı sapladım. Ha iki olmuş ha bir. Hem ben ikinizden birini öldürmek istiyorum; bunu yapmadıkça rahat edemeyeceğim.”
“Ama ben sivri uçlu bıçağı istemem, Bay Hindley.” dedim. “Onunla hep balık ayıkladık… Sizce bir mahzuru yoksa ben tüfekle vurulmayı tercih ederim.”
“Canın cehenneme! Öyle de olacak. İngiltere’de bir adamın kendi evini düzene sokmasını hiçbir kanun önleyemez; benim ev ise korkunç… Aç ağzını.”
Bıçak elindeydi. Ucunu dişlerimin arasına soktu. Ben, kendi hesabıma, onun deliliklerinden pek korkmazdım. Başımı geri çekip tükürdüm, tadının çok kötü olduğunu, yutamayacağımı söyledim.
Beni serbest bırakırken: “O!” dedi. “Bu saklanmaya çalışan küçük haydut Hareton değilmiş. Özür dilerim, Nelly. O olsaydı, beni koşarak karşılamadığı, üstelik de ben bir gulyabaniymişim gibi çığlıklar attığı için derisinin yüzülmesini hak etmişti. Gel buraya, mankafa köpek yavrusu! Sana iyi kalpli, gönlü kırık babayı aldatmak nasıl olurmuş, göstereyim. Oğlanın kulakları kesilse daha hoş olmaz mı?
Köpekler, kulakları kesilince daha yırtıcı olurlar. Ben de yırtıcı mahlukları severim. Bana makas getir! Yırtıcı, aynı zamanda derli toplu olur. Zaten kulaklarımıza değer vermek çok korkunç, şeytanca bir düşüncedir. Kulaklarımız olmasa da yeterince eşeğiz. Sus, yavrum, sus bakayım! A! Bak meğer benim sevgili oğlummuş… Şşşt… Kurula bakayım gözceğizlerini! Hah şöyle, gül biraz. Öp bakayım beni. Ne! Öpmeyecek misin? Öp diyorum, Hareton… Lanet olsun, sana! Öp işte! Hay Allah, böyle bir canavar yetiştirir miyim hiç? Yaşadığımdan emin olduğum kadar, şu yumurcağın da günün birinde kafasını koparacağımdan eminim.”
Zavallı Hareton, babasının kucağında kıvranıyor, olanca gücüyle tekmeler savuruyor, yaygarayı basıyordu. Babası onu, yukarı götürüp tırabzandan aşağı sarkıtınca yaygarayı bir kat daha artırdı. Ben de çocuğu korkudan çıldırtacağını söyleyerek onu kurtarmaya koştum.
Ben onların yanına vardığım sırada, Hindley de elinde tuttuğu şeyin ne olduğunu unutmuş bir hâlde, tırabzandan eğilip aşağıdan gelen sesi dinlemeye koyulmuştu.
“Kim o?” diye sordu.
Birinin yukarı çıktığını duymuştu. Ben de öne doğru eğilmiştim. Ayak seslerinden gelenin Heathcliff olduğunu anlamış, görünmemesi için ona işaret etmeye çalışıyordum. Bu yüzden gözümü Hareton’dan ayırdığım sırada, çocuk birdenbire kıvrılarak babasının gevşek parmaklarının arasından sıyrıldığı gibi aşağıya düştü.
Dehşete kapılmanın heyecanını tatmaya vakit bulamadan küçük şeytanın kurtulduğunu gördük. Heathcliff tam o tehlike anında merdivenin alt başına gelmişti; içgüdüsüyle çocuğu havada düşerken yakalamış, yere bıraktıktan sonra da başını yukarı kaldırıp kazaya sebep olanı araştırmıştı.
Aldığı piyango biletini, beş şiline sattıktan sonra ertesi gün bu bilete, beş bin sterlin ikramiye çıktığını öğrenen bir cimri bile onun Hindley’i gördüğü andaki kadar büyük şaşkınlığa uğramamıştır. Bakışları, kendi eliyle kendi emelini boşa çıkarmaktan duyduğu üzüntüyü, kelimelere ihtiyaç olmadan gayet güzel anlatıyordu. Ortalık karanlık olsaydı, çocuğun başını basamaklara vura vura hatasını düzeltmeye bakardı ama biz çocuğun kurtulduğunu görmüştük. Ben de hemen aşağıya inip kıymetli emaneti bağrıma basmıştım.
Hindley de ağır ağır indi. Ayılmıştı, yaptıklarından utanç duyuyordu.
“Kabahat senin, Ellen.” dedi. “Çocuğu bana göstermeyecektin. Bir yerinde yara falan var mı?”
Öfkeyle bağırdım:
“Yara mı? Ölmese bile aptal kalacak. Ah, annesi sizin davranışlarınızı görüp de nasıl mezarından fırlamıyor, şaşıyorum! Siz kâfirlerden de betersiniz! Kendi etinizden, kanınızdan СКАЧАТЬ