Название: Uğultulu Tepeler
Автор: Эмили Бронте
Издательство: Elips Kitap
isbn: 978-625-6486-54-6
isbn:
Hindley Earnshaw suçluyu hemen yakalayıp odasına götürdü, orada da öfkesini bastırmak için bir hayli çaba harcamış olmalı ki yüzü kıpkırmızı, soluğu kesilmiş bir hâlde geri döndü. Ben de bulaşık bezini aldım, lafa karıştığı için bu cezayı hak etmiş olduğunu düşündüğüm Edgar’ın yüzünü, gözünü temizlemeye koyuldum. Kız kardeşi evlerine gitmek için ağlamaya başladı, Cathy de hepimiz adına çok utanmış ve üzülmüştü.
Edgar Linton’a: “Onunla konuşmamalıydın!” diye çıkıştı. “Öfkesi üstündeydi, şimdi sen ziyaretin tadını kaçırdın, onu da kırbaçlayacaklar. Ben ise onun kırbaçlanmasını hiç istemem. Yemek de yiyemeyeceğim. Onunla niçin konuştun, Edgar?”
Çocuk, elimden kurtulup yüzünü mendiliyle temizlemeye devam ederek: “Ben konuşmadım.” diye hıçkırdı. “Onunla bir kelime bile konuşmayacağıma anneme söz vermiştim, konuşmadım da.”
Catherine de kızgın kızgın: “Öyleyse ağlama!” dedi. “Ölmedin ya… Hadi, bir daha kötülük etme. Ağabeyim de geliyor. Kes sesini! Sen de sus, Isabella… Sana bir kötülük yapan oldu mu?”
Hindley, telaşla içeri girerek: “Hadi bakayım çocuklar, yerlerinize dönün!” diye bağırdı. “Bu canavar çocuk, beni iyice kızdırdı. Bir dahaki sefere de kendi yumruklarınla işini halledersin, Edgar. Hem iştahın da açılır…”
Küçükler, muhteşem ziyafet karşısında tekrar eski havalarını buldular. Araba yolculuğu onları acıktırmıştı, büyük bir zarara da uğramadıkları için kolayca avundular.
Hindley Earnshaw güzel yemekleri tabaklara tepeleme dolduruyordu, evin hanımı da neşeli konuşmalarıyla masayı şenlendiriyordu. Ben hanımın sandalyesinin arkasında ayakta beklerken Catherine’in kupkuru gözlerle, hiçbir şeye aldırmadan önündeki kazın kanadını kesmeye çalıştığını üzüntüyle seyrettim.
Kendi kendime: “Düşüncesiz, duygusuz bir çocuk…” diyordum. “Eski oyun arkadaşının üzüntülerini nasıl da kolayca aklından çıkarabiliyor! Ben, onun bu derece bencil olduğunu hiç sanmazdım.”
Catherine bir lokmayı dudaklarına götürdü, sonra gene tabağa bıraktı. Yanakları kızarmış, gözyaşları yüzünden aşağıya süzülmeye başlamıştı. Duygularını gizlemek için kasten çatalını yere düşürdü, hemen masa örtüsünün altına eğildi. Böylece ona duygusuz demem uzun sürmedi çünkü bütün gün, cehennem azabı çektiğini, yalnız kalıp evin beyi tarafından odasına kilitlenen Heathcliff’i görebilmek için imkânlar araştırdığını anlamıştım. Heathcliff’in hapsedildiğini de ona, kendi elimle hazırladığım yemekleri vermek isteyince öğrendim.
Akşama dans vardı. Cathy, Isabella’nın kavalyesi olmadığından Heathcliff’in, dans saatinde serbest bırakılması için yalvardı ama gayretleri boşa çıktı, bu isteği yerine getirilmedi, kavalye noksanını da benim tamamlamam kararlaştırıldı.
Dansın heyecanı içinde bütün üzüntülerimizi unuttuk. Hele Gimmerton bandosunun da gelişiyle neşemiz büsbütün arttı. On beş kişilik bandoda şarkıcılardan başka bir trompet, klarnetler, bombardonlar, borular, bir de basviyola vardı. Bunlar hep Noel yortusunda tanınmış ailelerin evlerini dolaşıp bahşiş toplarlardı; onları dinlemek de bizler için başlıca eğlenceydi. Her zamanki ilahiler söylendikten sonra şarkılara, çok sesli havalara geçildi. Bayan Earnshaw müziği severdi; onun için, bandocular da bol bol çaldılar.
Catherine de müziği severdi ama merdivenin en üst basamağından daha iyi dinlediğini ileri sürerek karanlıkta yukarı çıktı; ben de peşinden gittim. Aşağıda evin kapısını kapamışlardı, bu kalabalıkta da bizim yokluğumuzu fark etmelerine imkân yoktu. Catherine merdivenlerin üst basamağında durmadı, daha yukarı gitti, Heathcliff’in hapsedildiği tavan arasına çıkıp ona seslendi. Heathcliff, bir süre karşılık vermemekte ayak diredi ama sonunda Küçük Hanım, onu tahtaların arasından konuşmaya zorladı. Şarkıların kesilip şarkıcıların bir şeyler yiyip içmek için büfeye gidecekleri ana kadar zavallı yavrucaklar rahat rahat konuşsunlar diye hiç ses çıkarmadan bekledim. Sonra Küçük Hanım’ı uyarmak için merdiveni tırmandım.
Onu, dışarıda bulacağımı sanırken içeriden geldiğini duydum. Küçük maymun kiremitlikteki kapancaların birinden ötekine geçerek içeriye girmişti, onu dışarı çıkarmam da çok zor oldu. Heathcliff’i de yanında getirmişti. Küçük Hanım onu ille mutfağa götürmemi istedi. Kapı yoldaşım da “şeytan ilahileri” dediği şarkılarımızı duymamak için komşuya gitmişti. Onlara dalaverelerine hiçbir zaman alet olmayacağımızı söyledim ama küçük mahluk, bir önceki öğle yemeğinden beri ağzına bir lokma koymadığı için bir kerelik onun, Hindley’i aldatmasına ses çıkarmayacağımı bildirdim.
Oğlan, aşağıya indi. Ocakbaşına bir iskemle çekip onu oturttum, türlü türlü yiyecekler verdim fakat çocukcağız hastaydı, pek az yemek yiyebildi. Onu eğlendirmek için sarf ettiğim gayretler de boşa gitti. Dirseklerini dizlerine dayamış, çenesini avuçları içine almış, derin düşüncelere dalmıştı.
Ne düşündüğünü sorduğum zaman da ciddi ciddi şu cevabı verdi:
“Hindley’den öcümü nasıl alacağımı kararlaştırmaya çalışıyorum. Ne kadar beklemem gerekirse gereksin, sonunda hıncımı alabileceksem sabırla beklerim. İnşallah ben hıncımı almadan ölmez.”
“Ayıp, Heathcliff, ayıp!” dedim. “Kötüleri cezalandırmak Tanrı’nın işidir; biz sadece bağışlamasını öğrenmeliyiz.”
Oğlan itiraz etti:
“Hayır, Tanrı onu cezalandırmaktan benim alacağım zevki alamaz. Ah, bir de bu iş için en iyi yolu seçebilsem! Beni yalnız bırak da plan kurayım. Bunu düşünürken acılarımı unutuyorum.”
“Ah, Bay Lockwood, bu hikâyelerin sizi oyalayamayacağını unuttum. Böyle durmadan gevezelik ettiğim için de özür dilerim. Lapanız soğumuş, uyukluyorsunuz. Heathcliff’in hikâyesini, daha doğrusu sizi ilgilendirecek kısımlarını yarım düzine kelimeyle de anlatabilirdim.”
Böylece konuşmasına ara veren kâhya kadın, ayağa kalktı, dikişini kaldırmaya koyuldu. Ben ocağın başından ayrılabilecek durumda değildim, hem uyukladığım da yoktu.
“Oturun, Bayan Dean!” diye bağırdım. “Yarım saatçik daha oturun. Hikâyeyi uzun uzun anlatmakla da çok iyi ettiniz. Benim beğendiğim usul de budur. Hikâyeyi aynı şekilde tamamlamalısınız. Sözünü ettiğiniz herkese karşı da az çok ilgi duyuyorum.”
“Saat neredeyse on biri vuracak efendim.”
“Ziyanı yok… Erken yatmaya zaten alışık değilim. Sabah ona kadar yataktan kalkmayan bir kimse için gece birde, ikide yatmak geç sayılmaz.”
“Sabahları da ona kadar yatmamalısınız. Sabahın en güzel zamanı o saate kadar çoktan geçmiş olur. Saat ona kadar günlük işinin yarısını tamamlamamış olan bir kimse, çoğunlukla öbür yarıyı da ertesi güne bırakmak zorunda kalır.”
“Her ne hâl ise siz sandalyenize oturun СКАЧАТЬ