Ağaçlar hep yapraklarını döktüğü için nazarım parkı bütün büyüklüğüyle kucaklayabiliyordu. Kışın hafif sisli bir havası kadar hiçbir şey bu parkı büyütmezdi. Çünkü böyle havalarda pek mavileşen uzaklıklar, hakiki mesafe tahmininde gözü aldatırdı. Ortalıkta çıt yoktur, ses seda çıkmaz. Fakat pek az da olsa çıkanlar daha barizdir. Hele akşamları ve geceleri havada sesleri büyütüp aksettiren bir tannaniyet vardır. Bakarsınız, bir çalı kuşunun sesi, dilsiz ve boş vadilerde… Üstüne sessizlik sinen, rutubeti emen bu hailsiz vadilerde alabildiğine uzayıp gider. O zaman Trembles tarife sığmaz, cezbeli bir hâl alırdı.
Dört ay kışın burada, sizinle konuştuğum şu odada benim işim gücüm, senenin diğer sekiz ayında, rüya misali bana canlı bir hayat yaşatan kanatlı, ince bir dünyayı… manevi keşifler ve kokular dünyasını, ses ve hayal dünyasını, elimden kaçırmayacak bir surette zorla tutup tahşid etmekten21 ve ağdalaştırmaktan ibaretti.
Augustin beni zapt ve işgali altına alırdı. Mevsim de onun yardımcısı idi. O zaman ben ortaksız onun tasarrufuna geçer ve işsiz geçen o kadar günlerin acısını seve seve çekerdim. O günler hakikaten faydasız mı idi?
Talebesi ben, etrafımdaki şeylere karşı bu derece hassas iken bizzat kendisi pek az duygulu olan Augustin, saatlerinde yanıldığı gibi günlerini, aylarını da şaşıracak derecede mevsimlerin tevalisini22 mühimsemez, bütün varlığımı tatlı bir acı ile mütehassis eden bu kadar duygulara karşı o, vurdumduymaz, soğuk, metodik, korekt ve mizacının bende pek az olan itidaliyle, içimden geçenleri umurlamak şöyle dursun, hatta bunları hatırına bile getirmeyerek yanı başımda yaşar, giderdi.
Dışarı seyrek çıkar, odasını nadiren terk eder, sabahtan karanlık basıncaya kadar orada çalışır ve ancak geceleri hiç oturulmayan yaz akşamlarında, bilhassa gün ışığından artık mahrum kaldığı için kendine mola verirdi.
Çok okur, okuduğu şeylerden notlar alırdı: Ben onun aylarca yazı yazdığını görürdüm. Hep nesir yazardı ve çok kere bu muhavere şeklinde olurdu. Bir salnameden bir sürü ism-i haslar23 seçer, onları bir kâğıda dizer, altlarına bazı haşiyeler ilave ederdi. O isimlere birer yaş verir, her birinin simasını, karakterini tespit eder; orijinal, acayip gülünç taraflarını bulur ve muhtelif kombinezonlarla dramlarında, komedilerinde tahayyül ettiği şahıs da işte bu olurdu. Süratli yazardı. Mütenazır harflerinin ince ve kalınlıklarını belli eder ve yazısı göze pek net görünürdü. Yazarken kendi kendine dikte ediyormuş gibi yavaşça söylenirdi.
Ara sıra gülümsediği olurdu. Besbelli kaleminin ucundan daha sert bir mütalaa doğardı. Eşhasından24 birinin sıkı ve dürüst bir muhakeme yürüttüğü uzunca bir muhavereden sonra nefes alacak kadar bir müddet dururdu. Kalemi aldığı vakit “Hadi bakalım, şimdi buna ne cevap vereceğiz?” dediğini duyardım. Şayet bir aralık karşısındakine açılacağı tutarsa beni yanına çağırır, “Şunu bir dinleyin bakalım Mösyö Dominique.” derdi. Anlamış gibi durduğum pek az olurdu. Yüzlerini görmediğim, kendilerini hiç tanımadığım birtakım kimseler ne dereceye kadar beni alakadar edebilirdi?
Kendi hayatımla tamamıyla yabancı olan bütün bu karışık hayatlar bana, uydurma bir cemiyetin hiç içine girmek istemediğim değişiklikleri gibi geliyordu. Augustin meyus olmaz, “Merak etmeyin, ileride anlarsınız.” derdi.
Müphem bir surette fark ediyordum ki genç muallimimin en ziyade hoşlandığı şey bizzat hayat oyununun sahnesi, hislerin mekanizması hırsların, menfaatlerin, kötülüklerin çarpışması idi. Fakat tekrar ediyorum, Augustin’in dediği gibi, dünya bir satranç tahtası imiş, hayat bu tahta üzerinde iyi ve fena oynanan bir oyundan ibaretmiş ve bu oyunun kendine mahsus kaideleri varmış. Doğrusu bunlar bana vız geliyordu.
Augustin çok mektup yazardı. Ara sıra kendine de mektup gelirdi. Gelen mektupların birçoğu Paris damgasını taşımakta idi. Bu gibileri o, daha acele açar ve bir hamlede okurdu. O zaman hafif bir heyecan, renk vermemek âdeti olan yüzünü, bir müddet için canlandırırdı. Bu mektuplardan birini aldığı vakit ya birkaç saatten fazla sürmeyen bir yeis ve fütura düşer yahut haftalarca onu doludizgin koşturan bir cerbeze taşkınlığı gösterirdi.
Bir veya iki kere, onun, birtakım kâğıtları derleyip Paris adresine göndermek için, zarfa koyduktan sonra sıkı sıkı tembihlerle Villeneuve köy müvezzisine verdiğini gördüm. O zaman aşikâr bir sabırsızlıkla bunun cevabını beklerdi. O cevap da ya gelir ya gelmezdi. O zaman, yeni bir saban izine geçen çiftçi gibi, eline başka bir boş kâğıt alırdı.
Sabahları erken kalkar, tezgâh başına geçer gibi acele çalışma odasına koşar, dışarıda hava güzel mi yoksa yağmurlu mu anlamak için bir kere başını çevirip pencereden bakmaz ve geceleri çok geç yatardı. Eminim ki Trembles’dan ayrıldığı gün sorulmuş olsaydı, şatonun küçük kulelerinin tepesinde çırpınan ve havanın esişleriyle nöbet nöbet tesirlerini gösteren yelkovanların varlığından bile haberi olmadığı anlaşılırdı. Benim rüzgârdan meraklandığımı gördükçe “Bundan size ne?” derdi.
Sıhhatine dokunmayan ve kendisi için tabii bir eleman hâline gelen fevkalade faaliyetine, benim çalışmama, kendi çalışmalarına, her şeye yetişirdi. Beni kitaplara boğar, onları bana okutturur, tekrar okutturur, tercüme ettirir, analiz yaptırır, örneğini aldırır ve ben bu kelime tufanı içinde boğulup sersemlemedikçe biraz hava almak için olsun yakamı bırakmazdı. Bu suretle az zaman içinde, hem de pek sıkılmaksızın, benim gibi ileride ne olacağı belli olmayan, fakat her hâlde bir kolej tahsili yaptırılmak istenilen bir çocuğun önce bilmesi icap eden şeyleri hep öğrendim. Onun maksadı beni yüksek sınıflara çabuk hazırlayarak kolejdeki tahsil senelerimden tasarruf yapmaktı.
Böylelikle dört sene geçti. Dördüncü sene sonunda kolejin ikinci sınıfı için benim hazır olduğum kanaatine vardı. Şatodan ayrılmak zamanının yaklaşmakta olduğunu, takdiri kabil olmayan bir dehşet içinde görüyordum.
Hareketime takaddüm eden son günlerimi hiç unutamayacağım: Bu, âdeta marazi bir hassasiyet nöbeti gibi bir şey oldu ve zahiren bunu haklı gösterecek hiçbir sebep de yoktu. Hakiki bir felaket bundan beter bir netice veremezdi. Sonbahara ermiştik. Her şey aynı maksat için birleşiyor gibi idi. Bir tek misal size bu hususta bir fikir verebilir.
Kuvvetimin son bir tecrübesini yapmış olmak için Augustin bana Latince bir kompozisyon vermişti ki mevzusu İtalya’yı terk eden Anibal’ın hareketini tasvir idi. Asmaların gölgelediği taraçaya indim ve böyle açık havada, bahçenin kenarındaki küçük iskemlede mevzumu yazmaya başladım. Tarihin daha o zaman bile bana heyecan vermek kabiliyetini haiz tek tük mevzularından biri de bu idi. Sade bu değil Anibal ismine bağlı başka ne varsa bu meyanda Zama Harbi şahsi olarak daima bende heyecan uyandırmıştır. Bu benim için bir hailenin feci olan sonu idi ki hukuki cihetini araştırmaksızın yalnız kahramanlık tarafına bakıyordum. Buna dair okuduklarımı hep hatırladım; Anibal’ı gözümün önüne getirdim: Memleketinin düşmanı bir talii СКАЧАТЬ
21
Tahşid etmek: Yığmak, toplamak, biriktirmek. (e.n.)
22
Tevali: Art arda gelme, ardı arası kesilmeme, sürüp gitme. (e.n.)
23
İsm-i has: Özel ad. (e.n.)
24
Eşhas: Şahıslar. (e.n.)