Dominique. Fromentin Eugène
Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Dominique - Fromentin Eugène страница 13

Название: Dominique

Автор: Fromentin Eugène

Издательство: Elips Kitap

Жанр:

Серия:

isbn: 978-625-6485-11-2

isbn:

СКАЧАТЬ bu katta idi.

      Fena bir uyku uyudum; hiç uyumadım desem de caiz. Her yarım saatte veya çeyrek saatte bir, evin muhtelif saatleri, ayrı bir ahenk ile çalıyor. Hiçbiri Villeneuve saatinin paslı sesiyle kendini pek kolay tanıtan köy çıngırağına benzemiyordu. Sokaktan ayak sesleri geliyor, şiddetle çevrilen bir çocuk oyuncağı, bir kaynana zırıltısı, gürültünün uyuması demek caiz olan bu hususi şehir sükûneti içinde çınlıyor, bu sırada kulağıma acayip bir ses, terennüm eder gibi ağır, muttarit bir erkek sesi geliyordu. Bu ses her hecede biraz daha yükselerek “Saat bir, saat iki, saat üç, saat üçü çaldı.” diyordu.

      Sabahleyin erkenden Augustin geldi. “Ben…” dedi. “Sizi hemen koleje kaydettirmek ve hakkınızdaki tasavvurlarımdan müdüre bahsetmek istiyorum.”

      Biraz durdu ve mütevazıca ilave etti:

      “Böyle bir tavsiye, öteden beri bana son derece itimadı olan ve gayretimi takdir eden bir kimseye karşı olmasaydı hiçbir değeri olmazdı.”

      Mektebe gidişimiz dediği gibi oldu; fakat ben kendimde değildim. Koyun gibi götürüldüm, getirildim, avlulardan geçtim ve bu yeni ihtisaslara karşı tamamıyla bikayt, dershaneleri gördüm.

      Daha o gün yolcu kıyafetine giren Augustin, meşin bir valize tıkılmış bütün bagajını kendi taşıyarak saat dörtte şehrin meydanına gitti. Paris’e gidecek olan araba koşulmuş, orada harekete hazır bulunuyordu.

      Benimle birlikte kendisini uğurlamaya gelen halama dönerek “Madam…” dedi. “Dört senedir devamlı bir surette gösterdiğiniz şu alakadan dolayı size bir kere daha teşekkür ederim. Mösyö Dominique’e okuma hevesini ve bir insan zevkini verebilmek için elimden geleni yaptım. Paris’e gelecek olursa orada beni bulacağından ve ne zaman olursa olsun bugünkü gibi kendisi için fedakâr olacağımdan emindir.”

      Hakiki bir teessürle boynuma sarılarak “Bana mektup yazınız.” dedi. “Bir o kadar da benim yazacağımı vadediyorum. Hadi bakalım, büyük bir gayret, iyi bir şans dilerim. Bunlar hep sizde olan şeyler.”

      Arabanın üst kısmına çıkıp oturmasını müteakip ispir gemleri toparladı.

      Yarı şen, yarı mahzun bir ifade ile bana bakarak “Allah’a ısmarladık!” dedi. İspirin kamçısı dört beygirin üstünde şakladı ve araba Paris yolunu tuttu.

      Ertesi sabah saat sekizde ben kolejde bulunuyordum. Talebenin avluda başıma üşüşmelerine ve yeni gelenlere karşı pek de lütufkâr olmayan tetkik ve tecessüslerine meydan vermemek için içeriye en sonra giren ben oldum. Onun için karşımdaki sarı boyalı kapıya gözümü dikerek dosdoğru yürüdüm. Bu kapının üstünde “İkinci” diye yazılı idi. Eşiğinde, saçlarına kır karışmış, yüzü soluk ve yorgun; ne kaba ne aptal, ağırbaşlı bir adam duruyordu. Beni görünce “Hadi bakalım.” dedi. “Biraz daha çabuk.”

      İntizama bu davet ve bir yabancı tarafından bana tevcih edilen bu ilk disiplin ihtarı benim, başımı kaldırıp kendisini tetkik etmeme sebep oldu. Onda bir titizlenme ve bir kayıtsızlık hâli vardı. Bana söylediğini unutmuştu bile. Augustin’in sözlerini hatırladım. Kafamın içinde bir stoyisizm ve bir azmüsebat şimşeği dolaştı. İçimden Hakkı var! dedim. Yarım dakika geciktim.

      Ve hemen içeri girdim.

      Muallim kürsüye çıktı ve dikte etmeye başladı. Bu, bir başlangıç kompozisyonu idi. İlk defa olarak izzetinefsim, rakip ihtiraslara karşı mücadeleye girmiş bulunuyordu. Yeni arkadaşlarımı gözden geçirdim ve kendimi yapayalnız buldum. Sınıf loştu, yağmur yağıyordu. Ufak camlı pencerelerden, rüzgârın salladığı ağaçları görüyordum. Fazla sıkışık olduğu için bunların dalları avlunun kararmış duvarlarına sürtünüyor, yağmurlu havaların ağaçlarda hasıl ettiği bu malum şamata, avluların sükûtu içinde nöbet nöbet bir mırıltı gibi dağılıyordu. Ben bu mırıltıyı içimde fazla acılık duymadan, raşeli27 ve cazibeli bir nevi melal içinde dinliyordum. Bir melal ki zaman zaman tatlılığı son haddi buluyordu.

      Apansız profesör bana bakarak şöyle dedi:

      “Siz çalışmıyorsunuz, öyle görüyorum, karışmam, sizin bileceğiniz bir iş…”

      Sonra başka bir şeyle meşgul oldu. Artık kâğıdın üzerinde kalemlerin cızırtısından başka bir şey duymaz oldum.

      Biraz sonra yanımdaki çocuk usulca bana bir pusula uzattı. Bu pusulada, söylenen diktenin bir parçasıyla beraber şu kelimeler yazılı idi:

      “Elinizden gelirse bana yardım ediniz; ters bir mana çıkarmayayım.”

      Hemen kendiminkinden kopya ederek kendisine iyi kötü bir tercüme sundum. Yalnız terimler yoktu. Üstelik bir sual işareti koydum ki manası “Cevap yazmadım. Siz tetkik ediniz.” demekti. Gülümseyerek bana teşekkür etti ve daha fazla incelemeyerek başka cümleye geçti. Birkaç dakika sonra yeni mesajını alıyordum. Bu mesajında “Siz yeni mi geldiniz?” diye soruyordu. Bu sualinden onun de yeni gelenlerden olduğunu anladım. Bu kimsesizlik arkadaşıma “Evet.” diye cevap verirken hakiki bir sevinç hareketi gösteriyordum.

      Bu, aşağı yukarı ben yaşta bir çocuktu; fakat bünyesi daha narin, sarışın, ince; şehirde büyümüş çocuklara mahsus soluk ve bozuk bir renk, tatlımsı mavi ve güzel canlı gözler, mutena bir kıyafet, bizim taşra terzilerinde görmediğim hususi biçimde elbiseler…

      Birlikte çıktık. Yalnız kaldığımız vakit bu yeni arkadaşım bana şöyle söyledi:

      “Kolej bana dehşet veriyordu. Şimdi onunla alay ediyorum. Burada hiç arkadaşlık edemeyeceğim, elleri kirli bir sürü esnaf çocuğu var. Onlar bize kin bağlayacaklar, umurumda bile değil. Biz ikimiz işimizi başarırız. Siz onlara üstün gelince onlar da sizi sayarlar. Ne suretle olursa olsun işinize yaramaya çalışırım; yalnız tercüme işinde yaya kaldığım gündür. Latinceden hiç hoşlanmıyorum. Şu olgunluk imtihanı olmasa ömrümde bir kelime Latince öğrenmeyeceğim.”

      Sonra isminin Olivier d’Orsel olduğunu, Paris’ten geldiğini, ailevi bazı sebeplerle Ormesson’da tahsil edeceğini, amcası ve iki kuzini ile karmelitlerde oturduğunu, Ormesson’dan birkaç fersah uzakta arazisi olduğunu ve Orsel isminin kendisine oradan geldiğini anlattı. Sonunda “Ne ise!” dedi. “Şöyle böyle bir ders geçti. Artık akşama kadar onu hatırımıza getirmeyelim.”

      Birbirimizden ayrıldık. Narin iskarpinlerini gıcırdatarak, en az çamurlu taşlara basa basa, çevik, muvazeneli yürüyor; hafif İngiliz gemleri gibi dar bir kayışla tokalanmış paket hâlinde kitaplarını elinde sallıyordu.

      Şu anlattığım ilk saatler ki o gün vücut bulmuş fakat bildiğiniz veçhile bugün hazin ve kati süratte ölmüş bir dostluğun vefatından sonra yâd edilmiş hatıralarıdır. Bunları bir tarafa koyacak olursak tahsil hayatımın bakiyesi bizi pek hikâyemizden alıkoymayacaktır. Eğer o günden sonra geçecek olan üç yıl, şu saatte bana bir alaka telkin ediyorsa bu alaka ayrı bir sahada ve mektepli hislerinden bütün bütün azadedir. Onun için mektepli denilen o manasız filiz hakkında sözü kısa kesmek üzere size gene dershane terimleri dairesinde ifade vererek diyeceğim ki ben mektebin iyi talebesindenim. Bu da bilerek, isteyerek değil, kendim de farkında olmayarak ve cezasını çekmeden, yani СКАЧАТЬ



<p>27</p>

Raşe: Titreyiş, ürkme. (e.n.)