Çocukların, gece tuvaletleri, lütfen, merhameten salonda yapılır ve biz onların beyaz havlulara sarılı, uykudan bitik bir hâlde gözleri kapalı, kolları sarkık analarının kucağında yataklarına götürüldüğüne şahit olurduk. Saat ona doğru herkes dağılırdı. Ben Villeneuve’e dönerdim. Yahut daha sonraları, yağmurlu gecelerde, fazla karanlık, yollar güç ve bozuk olursa beni şatoda alıkorlardı. Benim odam ikinci katta, küçük kuleye bitişik pavyonun köşesinde idi. Dominique, çocukluğunun ve gençliğinin büyük bir kısmını bu odada geçirmişti.
Pencereden bakılınca bütün ova, ta denize kadar bütün Villeneuve ayağının altında idi. Uykumun arasında rüzgârın ağaçlarda hışırtısını, çocukluğunda Dominique’i uyutan denizin uğultulu kabarışını duyardım. Ertesi gün her şey bir gün evvelkinin aynı olarak yeniden başlar; hayat aynı bollukla, işte ve eğlencede aynı dikkat ve itina ile tekerrür ederdi. Bu evde benim şahit olduğum belli başlı arızalar, itiyatların ahenk ve tenasübünü bozan mevsim arızaları idi. Mesela havanın güzel olacağına göre tertip edilmiş bazı işler, yağmurlu bir günle bozulmuş olabilirdi.
Böyle günlerde Dominique hususi odasına çıkardı. Böyle inceden inceye teferruata giriştiğimden dolayı okuyucunun ve hikâyeyi takip edecek olanların affını rica ederim. Fakat teferruat, beni götürdüğü gibi, dolambaçlı yollarla, okuyucuyu da yavaş yavaş, asilzade bir çiftçinin manasız hayatından insan vicdanına nüfuz etmesine bais olacak ve ihtimal ki o teferruatta daha az bayağı hususiyetler bulacaktır.
Ne diyordum? Evet, böyle günlerde Dominique odasına çıkar, yani hayatının yirmi beş otuz yıl gerisine dönerek orada birkaç saat mazisiyle baş başa kalırdı. Bu odada birkaç minyatür aile resminden başka kendinin de yağlı boya bir çocukluk portresi vardı: Pembe yüzü, kıvırcık koyu kumral saçlarıyla bugünkü hâlini andırır bir yeri kalmayan bir resim… Sonra bir yığın kâğıt arasında etiketli birkaç karton, biri eski biri yeni eserlere mahsus iki kitap dolabı ki yenisindeki seçme kitapların bir kısmı, hayatında fiilen en çok sevdiği şeyleri göstermektedir. Toz içinde kalmış küçük bir dolapta da mektep ve etüt kitapları vardı. Bunlara, mürekkep lekeleri ve çakı yaralarıyla delik deşik olmuş eski bir masa ve üstüne eli ile dünyanın her tarafına hayalî seyahat yolları çizilmiş yarım asırlık güzel bir cihan haritası ilave edin.
Mektep hayatına şehadet eden ve sanırım, insan ihtiyarlamaya başlayınca muhafaza ve hürmete layık görülen bu eşyadan başka bizzat kendine, ne olduğuna, ne düşündüğüne delalet eden şeyler de vardı ki karakterleri çocukça olduğu kadar acayip olmakla beraber onları da bildirmeliyim: Duvarların tahta kısımlarına, camlara tevdi edilmiş sayısız yazılardan bahsetmek istiyorum.
Bu yazılarda bilhassa tarihler, gün isimleri, senesi, senenin hangi ayı olduğu tasrih edilmiş bulunuyordu, bazı kere aynı işaretler seri hâlinde mütevali senelerde görülüyordu. Sanki birçok seneler günü gününe, belki de saati saatine, kim bilir hangi hadiseyi, mesela gerek bizzat aynı yere gittiğini ve gerek aynı meseleyi düşündüğünü tespite mecbur olmuştu. En az görülen şey imzası idi. Fakat bu şifreli yazıların imzasız olması sahibini sarahaten göstermeye hiç mâni değildi.
Bir tarafta bakarsınız iptidai bir geometri şeklinden başka bir şey yok. Onun altında şekil bir kere daha çizilmiş, fakat iki veya üç çizgi fazlasıyla, bu fazla çizgiler onun esasını değiştirmeden manasını tadile yarıyordu. Şekil böylece yeni ilavelerle tekerrür ederek yeni manalar iktisap ediyor ve aslındaki müselles veya daireyi şamil olmakla beraber büsbütün başka bir neticeye varıyordu. Delalet ettikleri manayı anlamak pek imkânsız olmayan bu şekillerin arasına bazı kısa maksimler ve birçok da mısralar karıştırılmıştı. Bunların hepsi de beşerin terakki sahasındaki ayniyetine ait, o zamanın doğurduğu hükümler ve düşüncelerdi. Çoğu kurşun kalemiyle yazılmıştı. Sanki şair korkmuş veya bunları duvara hakkedip ebedîleştirerek lüzumundan fazla yaşatmaya tenezzül etmemiş idi.
Pek nadir olarak bir ismin ilk harfleri birbirine dolaşmış olarak bulunuyor ve daima aynı majüskülün D harfi ile bağlandığı görülürdü. Bunun yanında, besbelli daha yeni zamanlara ait hatıralardan olacak, delaleti daha muayyen, hemen daima birkaç beyiti göze çarpardı. Sonra birdenbire daha vakarlı ve daha ezalı mistisizme avdet eder gibi -şüphesiz İngiliz şairi Longfellow’la tesadüfi bir karşılaşma neticesi olacak- “Ekselsiyor! Ekselsiyor! Ekselsiyor!”10 diye yazmış ve sonuna bitmez tükenmez taaccüp işaretleri koymuştu.
Nihayet izdivacına yakın olduğu tahmin edilebilen bir tarihten itibaren ya ihmalden yahut daha doğrusu kasten hiçbir şey yazmamaya karar verdiği sarahatle anlaşılıyordu. Hayatının artık son tekâmül devresi tamam olduğuna mı hükmetmişti? Yoksa ne zamandan beri tesisine çalıştığı gaye, kendi benliğine sahip olma gayesi için artık hiçbir korkusu kalmadığını haklı olarak düşündüğü için mi bundan vazgeçmişti? Pek vazıh olarak ötekilerden sonra gelen son bir yazı, tamamı tamamına ilk çocuğunun, yani oğlu Jean’ın doğum tarihine uygun geliyordu.
Fikirde büyük bir merkeziyet; kendini canlı ve şiddetli bir murakabe altında tutmak; yükselmek, daima yükselmek sevkitabiisi ile beraber kendini hiçbir zaman gözden kaçırmamak; her safhasında kendini tanımak iradesiyle hayatın sürükleyici değişiklikleri; sesini duyuran tabiat; kendi kendini hodkâmane besleyen bu genç kalbi yumuşatacak hisler; başka bir isimle dolanarak tezauf eden11 bu isim, müzehher bir baharın çiçeği gibi ağzından dökülen mısralar, idealin yüksek şahikalarına fırlayan fevri hamleler; bu fırtınalı kalbinde, fırtınalı ve belki haris, hele şüphesiz vehmin ve hayalin azabı ile yoğurulmuş olan bu kalpteki sulh ve sükûn: İşte, eğer aldanmıyorsam, yazılmış hatıralardan daha manalı olan bu karmakarışık sicildeki dilsiz remz-ü işaretlerin ifade ettiği mana bu idi. Otuz yıllık bir hayatın hâlâ titreyen heyecanı bu daracık odada duyuluyordu ve Dominique orada, karşımda pencereye abanmış, belki de maziden gelen seslerin aksi tesiri altında biraz dalgın duruyordu. Acaba buraya ne için geliyordu? Kendi tabiri veçhile benliğinin gölgesini canlandırmak için mi yoksa onu unutmak için mi? Bunu bilmek bir mesele idi.
Bir gün kütüphanesinin karanlık bir köşesine konmuş ciltli kitaplardan birkaçını aldı. Beni karşısına oturttu ve mukaddimeye lüzum görmeden yavaşça okumaya başladı. Bunlar ümitsiz aşkların, yaralı kalplerin ve köy hayatının senelerden beri kaynağı kurumuş manzumeleri idi. Şiirler fena değildi. Serbest ve tabii olmakla beraber tertibi muntazam, fakat kitabın bütün hüsnüniyetine rağmen heyet-i mecmuasıyla az lirikti. Hisler ince, fakat bayağı, fikirler zayıftı. Dediğim gibi şekil itibarıyla emsali az bulunur bir kıymet olmasa -bir kıymet ki mevzunun inkârı kabil olmayan cılızlığıyla oldukça açık bir tezat teşkil ediyordu- evet, şiirlerin şekil itibarıyla kıymeti olmasa bunları, içinden gelen herhangi bir müzikle vezin ve ahenk yolunu tutturan ve dilinin ucuna kafiyeli sözler gelmekle kendini şair farz eden bir gencin şiir vadisinde yayılarak kalem tecrübesi nevinden karaladığı müptedice yazılara benzetmek doğru olurdu. Ne olursa olsun benim mütalaam bu merkezde idi ve şiirlerin sahibini hiç korumaya lüzum görmeden bu mütalaamı yazdığım gibi açıktan açığa Dominique’e de söyledim.
“Şair СКАЧАТЬ
10
“Daha yükseğe! Daha yükseğe! Daha yükseğe!” (e.n.)
11
Tezauf: Kat kat olmak, bir misli artmak. İki kat olmak. (e.n.)