“Ne oluyorsunuz? Anibal için mi ağlıyorsunuz?”
Cevap vermeksizin yazdıklarımı kendisine uzattım.
Bir nevi hayretle tekrar yüzüme baktı. Sonra bu acayip teessüre sebep olabilecek bir kimse olup olmadığını anlamak için etrafına bakındı. Parka, bahçeye, gökyüzüne, acele ve dalgın göz attı. Nihayet gene bana dönerek “Fakat ne oluyorsunuz?” diye tekrar etti. Sonra verdiğim kâğıdı okumaya başladı.
Bitirdiği vakit devam ile “Güzel!” dedi. “Fakat biraz gevşek. Böyle bir kompozisyon kolejin, orta kuvvette bir ikinci sınıfında size iyi bir derece kazandırabilirse de meram etseniz siz bundan daha iyisini yapabilirsiniz. Anibal fazla teessür gösteriyor; denizin öbür tarafında kendisini müsellah olarak bekleyen halka kâfi derecede itimadı yok. Zama Harbi’nin ne olacağını o biliyordu, diyeceksiniz; fakat o harbi kaybetmesinin suçu kendinde değildi. Eğer güneş arkadan gelseydi harbi kazanacaktı. Zaten Zama’dan sonra ona Antiyoküs kalıyordu. Antiyoküs’ün ihanetinden sonra da zehir. Son sözünü söylememiş bir kimse için hiçbir şey kaybolmuş değildir.”
Paris’ten henüz aldığı bir mektubu açık olarak elinde tutuyordu. Mutadından ziyade canlı idi. Neşe dolu azimkâr gözleri şiddetli bir uyanıklıkla parlıyordu. O gözler ki bakışları daima dikine olmakla beraber parıltısı az olurdu.
Benimle beraber taraçada birkaç adım atarken “Azizim Dominique!” dedi. “Kendime ait size vereceğim iyi bir haberim var. Bir haber ki sizin de hoşunuza gidecektir; çünkü bana dost olduğunuzu bilirim. Sizin koleje gideceğiniz gün ben de Paris’e gidiyorum. Ne zamandan beri buna hazırlanmakta idim. Oradaki hayatımı temin için bugün artık her şey hazırlanmıştır. Beni bekliyorlar. İspatı da işte şu mektup.”
Böyle diyerek elindeki mektubu bana gösteriyordu. Devam etti:
“Muvaffak olmak için şu zamanda ufak bir gayret kâfidir. Ben ise biliyorsunuz, o gayretin daha büyüklerini sarf ettim. Siz buna şahitsiniz. Çünkü beni çalışırken görürdünüz. Şimdi beni dinleyin azizim Dominique: Üç güne kadar siz kolejin ikinci sınıfında, yani bir adamdan biraz eksik, fakat bir çocuktan çok fazla olacaksınız. Yaşın ehemmiyeti yok. Siz on altı yaşındasınız. Merak ederseniz altı ay içinde on sekizinde olabilirsiniz. Trembles’dan çıkıp gidin ve bir daha burasını düşünmeyin. Zamanı gelinceye kadar, yani servetinizin hesaplarını görmek zamanı gelinceye kadar burasını hatır ve hayalinize getirmeyin! Siz köy hayatı için yaratılmış değilsiniz. Ne de bu inziva hayatı için ki böyle bir hayat sizi öldürür. Siz daima ya pek yukarı ya pek aşağı bakıyorsunuz. Pek yukarısı, azizim, mümkün olmayandır. Pek aşağısı da ölmüş yapraklardır. Hayat orada değildir. İnsan yüksekliğinde dosdoğru karşınıza bakınız: Hayatı göreceksiniz. Zekavetiniz var: Güzel bir miras. Sizi daima öne sürecek bir aile unvanınız var. Dağarcığında böyle bir ikramiyesi olan kolejliye her yol açıktır. Bir öğüt daha: Tahsil hayatınızda pek mesut olacağınızı ummayınız. Düşününüz ki itaat ve inkıyat, istikbal için hiçbir şey angaje etmez. Keza içten gelen dirayetli bir istekle kendiliğinden kabul edenlere göre disiplin de bir şey değildir. Mektep dostluklarına pek bel bağlamayınız, meğerki dostlarınızı tam bir bitaraflıkla bizzat kendiniz seçmiş olasınız. Muvaffakiyetli zamanlarınızda maruz kalacağınız kıskançlıklara gelince -ki sanırım böyle olacaktır- önceden kararınızı alarak bunu bir tecrübe ve çıraklık devresi sayınız. Şimdi hiçbir gününüz geçmesin ki o gün kendi kendinize şu sözü söylemiş olmayasınız: Kişi çalışmakla meramına erer ve hiçbir gece Paris’i düşünmeden uyumayınız. Paris sizi bekliyor ve orada sizinle tekrar görüşeceğiz.”
Mertçe bir otorite jesti ile elimi sıktı ve odasına çıkmak için bir sıçrayışta merdiven başını buldu.
Ben de bahçeye indim. İhtiyar André çiçek tarlalarını çapalamakla meşguldü. Büyük bir telaş içinde olduğumu hâlimden sezerek “Hayır ola Mösyö Dominique, ne haber?” diye sordu.
“Haber şu ki zavallı André’ciğim, üç güne kadar koleje giriyorum.” dedim ve parkın öbür ucuna giderek akşama kadar orada saklandım.
IV
Üç gün sonra Madam Ceyssac ve Augustin’in refakatinde Trembles’dan ayrıldım. Sabah çok erkendi. Bütün ev ayakta idi. Hizmetçiler etrafımızda dolanıyorlardı. André hayvanların başında duruyordu. Herkesi matem içinde bırakan geçen günkü acı haberden beri onu hiç bu kadar meyus bir hâlde görmemiştim. İspirlik26 âdeti değilken arabacının yerine çıkıp oturdu ve açık bir tırısla hayvanlar yollandılar.
Pek iyi bildiğim Villeneuve’den geçerken eski küçük arkadaşlarımdan iki üçünü gördüm. Büyümüşler, birer delikanlı gibi olmuşlar. Bel, kürek omuzlarında tarla tarafına gidiyorlardı. Araba gürültüsünü duyunca başlarını çevirip baktılar ve bunun adi bir gezme gidişi olmadığını anlayınca hayırlı yolculuklar temenni eden şen selamlarla bizi uğurladılar.
Güneş doğuyordu. Bütün bütün kırlara, artık tanımadığım yerlere çıkmıştık. Baktım, yeni yeni simalar geçiyordu. Halamın gözleri benden ayrılmıyor ve şefkatle beni tetkik ediyordu. Augustin’in yüzünde parlayan bir sevinç vardı. Benim içimde melal olduğu kadar sıkıntı da vardı.
Ormesson’la aramızdaki on iki fersahlık mesafeyi almak için koca bir gün akşama kadar yürümek icap etti. Güneş batmak üzere idi ki araba kapısından ayrılmayan Augustin damdan düşer gibi halama şöyle dedi:
“İşte madam, Saint-Pierre’in kuleleri göründü.”
Buraları düzlük, soluk, tatsız ve ıslaktı. Ötesinde berisinde sivri çan kuleleri yükselen basık bir şehir, sazların arkasında belirmeye başladı. Çayırlardan sonra batak yerler, beyazımsı söğütlerden sonra sararmaya başlayan kavaklar geliyordu. Sağ tarafta bir nehrin bulanık suyu, çamurlu yamaçlar arasında, yuvarlanıp akıyordu. Kenarda ve suyun iki bölüm gösterdiği ağaç gövdeleri arasında kereste yüklü gemiler ve hiç yüzdürülmemiş gibi çamura batmış eski salapuryalar vardı. Çayırdan nehre doğru inen kazlar, vahşi çığlıklarla arabanın önünde koşuyorlardı. Uzaklarda, cedvel kenarlarındaki tarlalar arasında sıcak sislerin sardığı küçük çiftlikler hayal meyal görünüyor ve deniz rutubetine pek benzemeyen bir nemlik, sanki hava pek soğukmuş gibi, beni üşütüyordu.
Araba bir köprüye geldi. Hayvanlar küçük adımlarla bunu geçtiler. Sonra yolumuz uzun bir bulvara çıktı. Artık enikonu karanlık basmıştı. Hayvanlar daha sert bir kaldırım üstünde gitmeye başlayınca şehre girmiş olduğumuzu anladım. Hesabıma göre hareketimizden beri on iki saat geçmişti ve on iki fersahlık bir mesafe ile Trembles’dan uzaklaşmış bulunuyordum.
İçimden “Bitti!” dedim. “Hepsi bitti. Bir daha geri gitmenin imkânı yok.”
Ve bir hapishane СКАЧАТЬ
25
Izmar: Kalpte gizlemek, saklamak. Belli etmemek. (e.n.)
26
İspir: At veya araba uşağı. (e.n.)