Dominique’in, ayrı ayrı, iki şahsiyeti vardı. Bunu anlamak güç değildi. Trembles Şatosu’nun sahibi olan kır adamının hayatında birçok feragatler olduğunu tahmin eden doktor da bir vecize olarak “Herkesin kendinde taşıdığı bir veya birkaç ölü vardır.” demişti. Fakat artık hayatta olmayan o, her kimse hayatından hiç olmazsa bir nişane vermiş midir? Vermişse ne dereceye kadar? Hangi tarihte? Ve bu adam o saklı cananı, şu bilinmemiş bir iki imzasız kitaptan başka hiçbir suretle açığa vermemiş midir?
Dominique’in hiç açmadığı ciltlerden aldım: Bu sefer, unvan bence malumdu. Muhterem ismi, okuyucularınsa hafızasında ileri gidip yerleşmeye vakit bulamamış olan müellifi, on beş yirmi sene evvelki politika edebiyatının, hatırı sayılır, orta derecelerde, bir muharriri idi. Sağ mı idi? Daha doğrusu hâlâ yaşıyor mu idi? Bunu bana bildirecek hiçbir yeni eserini görmemiştim. O, sayısı mahdut olan şu muhteriz muharrirlerden biri idi ki bunlar yalnız eserlerinin adı ile bilinirler, şahısları meçhuliyet karanlığından çıkmadan eserleri şöhretler arasına karışır ve yalnız yazılarıyla alakadar olan halkın haberi bile olmadan ortadan silinir veya her yerden el etek çekebilirler.
Kitapların adını ve müellifin ismini tekrar ederek Dominique’in yüzüne baktım. Kendisini keşfettiğimi anlayarak gülümsemeye başladı.
“Ama şairin gönlünü almak için müellifin hatırını hoş etmeye kalkışmayınız.” dedi. “Bu ikisi arasında hakiki fark şudur ki âlem bunların ikincisi ile meşgul oldu, fakat birincisine o şerefi bahşetmedi. Bunun hakkında susması doğru idi. Acaba ötekini o kadar pehpehlemesi yanlış değil mi idi?”
Durdu. Sonra devam ile “Benim isim değiştirmemin birçok sebepleri var.” dedi. “Nitekim daha evvel eserlerimi bütün bütün isimsiz çıkarmamın da daha ciddi sebepleri vardı. Bu sebeplerin hepsi şüphesiz edebî ihtiyat veya mahviyetkârlık mülahazalarından ileri gelmiş değildi. Görüyorsunuz ki pek iyi etmişim, çünkü eserlerimin üstündeki imza sahibinin sonunda bir bağcı ve nihayet nahiyesinin belediye reisi olduğunu kimse bilmez.”
“Peki, şimdi artık hiçbir şey yazmıyor musunuz?” diye sordum.
“Oh!” dedi. “Yazmak! Hayır, bu artık bitmiştir! Zaten yapacak hiçbir şeyim kalmadığı günden beri diyebilirim ki, hiçbir şey yapmaya vaktim de olmadı. Oğluma gelince: Onun hakkındaki mütalaam şudur. Eğer ben olmadığım gibi olmuş olsaydım şöyle düşünürdüm: Bray ailesi artık mahsulünü vermiş, vazifesi bitmiştir. Oğlum için istirahat etmekten başka yapacak bir iş yoktur. Fakat takdiriilahi böyle zuhur etmedi. Ruhlar değişti. Onun için daha mı iyi, yoksa daha mı fena oldu? Bilmem. Ben ona tekemmül etmemiş bir hayatın taslağını veriyorum ki, eğer aldanmıyorsam o, tamamlayacaktır.”
Bir saniye düşündükten sonra “Hiçbir şey bitmez.” dedi. “Her şey intikal eder, hatta ihtiraslar bile.”
Hayalat ile meskûn olan bu tehlikeli odadan çıkıp aşağı indiğimiz vakit, Dominique tıpkı eskisi gibi basit bir kır adamı olmuştu. Hâlbuki bana öyle geliyordu ki o odada etrafını alması icap eden birçok arzuların tesiri altında kalacaktır. Oysa o karısına ve çocuklarına tatlı bir iki sözden sonra tüfeğini alır, ıslıkla köpeklerini çağırır ve hava açıksa birlikte gidip ıslak kırlarda günümüzü tamamlardık.
Bu hayat böylece ikinciteşrine kadar kolay, teklifsiz, büyük bir sırdaşlıkla değil, fakat -hayatının içyüzü işe karışmadığı vakitler Dominique’in pek iyi idare etmesini bildiği- mutedil bir tevekkül ve emniyetle geçti. Kırları bir çocuk gibi seviyor ve bu hâlini saklamıyordu. Fakat kırları terennüm etmiş bir edebiyatçı gibi değil, orada ikamet eden bir adam gibi ondan bahsederdi.
Onun ağzından hiçbir vakit çıkmayan bazı kelimeler vardı. Tanıdığım kimseler içinde hiç kimseyi bilmiyorum ki onun kadar bazı düşüncelerden hayâ etsin. Şu itibar ile, şairane tabir olunan bazı hislerin itirafı, onun kudret ve tahammülünü aşan bir işkence mahiyetinde idi. Bir şekle bağlı olmakla beraber köy hayatına karşı öyle hakiki bir düşkünlüğü vardı ki bu vadide bile bile birçok hayalata kapılmaktan kendini alamaz ve köylüleri kötülükler içinde değilse cehalet ve eksiklikler içinde yoğurulmuş gördüğü hâlde dahi birçok hâllerini hoş görürdü. Şüphesiz onların ne ahlak ve âdetlerine, ne zevklerine ne de hurafelerinden hiçbirine iştirak etmezdi. Bununla beraber onlarla daimî bir temas hâlinde yaşardı. Kıyafetinin, kıyafeti gibi etvarının12 da son derece sadeliği, şüphe götürmeyen amirlik sıfatını, icabında mazur gösterebilirdi. Villeneuve’de herkes onun doğduğunu, büyüdüğünü görmüş, birkaç sene ayrıldıktan sonra tekrar gelip memlekette yerleştiğine şahit olmuştu. İhtiyarlar vardı ki onların indinde, şimdi kırk beşlik olan Dominique, hâlâ bir çocuktur. Trembles Şatosu’nun yanından geçerken ikinci katta, sağda, onun eski odasını görenlerden hiçbiri kendisini onlardan ayıran his ve fikir âlemini hatırına bile getiremezdi.
Trembles’da Dominique’in kabul ettiği ziyaretlerden bahsetmiştim. Şahit olduğum bir hadise dolayısıyla bu bahse tekrar dönmeye mecburum. Mücbir sebep hadisenin onu şiddetle alakadar etmiş olmasıdır.
Dominique’in o yıl şatoda toplanan ve eski bir âdete göre Saint-Hubert Yortusu’nu kutlayacak olan dostları arasında en eski arkadaşlarından pek zengin biri bulunuyordu. Dediklerine göre on iki fersahlık mesafede bir şatoya çekilmiş, inziva hâlinde, ailesiz orada yaşıyormuş. Adı Orselli idi. Kumral saçları, hemen hemen tüysüz yüzü, ona zaman zaman gençlik tavırları vererek yaşını birkaç sene eksik tahmin ettirmekle beraber o Dominique’le aynı yaşta idi. Bu oğlanın çalımı güzel, kılığı kıyafeti pek düzgün, tavırları terbiyeli ve fettan olmakla beraber jestlerinde, sözlerinde, aksanında, eskiden beri kökleşip kalmış bilmem nasıl bir züppelik vardı ki her şeyden az çok bıkmış, usanmış hâliyle bazı meclislerde hakiki bir cazibe kaynağı olmaktan hali kalmazdı. Onda fazla bir usanç veya fazla bir kayıtsızlık yahut fazla bir tekellüf ve tesannüt13 vardı. Avı, atları severdi. Seyahate pek düşkün iken şimdi hiç yola çıkmıyordu. Paris’te doğmuş denecek derecede Parisli iken günün birinde Paris’i terk edip gittiği öğrenildi ve böyle bir inzivanın hakiki amili kimse tarafından tayin olunamaksızın akıl ermez bir tenhalık içinde Orsel’deki bostanlarının arasına gelip gömüldü. Bir sığınak veya unutma yeri gibi oraya çekilmiş, dışarı çıkmaz, hiç kimseyi kabul etmez, acayip bir tarzda yaşamaktadır. Büyük ihtiras değilse bile, içinde çeşit çeşit şiddetli arzular tahmin olunabilen böyle genç, zengin bir kimsenin, bilmem nasıl bir inat ile kendini hüznün, kederin karanlıklarına kaptırması, olsa olsa ancak meyusane ve mezbuhane14 bir hareket olarak izah edebilirdi.
Kulak dolgunluğu şöyle böyle malumat sahibi olmakla beraber pek az kültürü olduğu için kitaplara karşı istihfaf ile yüksekten bakar, hele onları yazmak zahmetine girenlere çok acırdı. “Ne için?” derdi. Pek kısa olan hayat, bu kadar kaygıya değmezdi. O zaman mantıktan ziyade fikre dayanarak ümitsizlerin manasız tezini -kendisine СКАЧАТЬ
12
Etvar: Tavırlar, davranışlar. (e.n.)
13
Tesannüt: Dayanışma, omuzdaşlık. (e.n.)
14
Mezbuhane: Boğazlanır gibi. Boynundan kesilircesine. Çırpınarak, son ümit ve son kuvvetle. (e.n.)