Trembles Şatosu aynıyla şimdi gördüğünüz hâlde idi. Daha mı kasvetli idi? Çocuklar etrafındaki şeyleri büyüttükleri gibi şenlendirmek için de öyle müsait bir mizaca maliktirler ki sonraları, zahirî hiçbir sebep olmaksızın ve sırf bakış eski bakış ve görüş olmadığı için her şey küçülür ve kasvetlenir. Kendisini tanımış olduğunuz André ki altmış yıldır evden çıkmamıştır, burada her şeyin aşağı yukarı bugünkü gibi cereyan etmiş olduğunu bana kaç kere söylemiştir. İsmimin markasını yazmak ve olur olmaz her şey için hatırlatıcı mühürler basmak merakına daha o zamanlar düştüğüme göre, eğer hatıralarımda zühulüm18 olmasaydı, bunlar o hatıraları muntazam bir surette tertibe yarayabilirdi. Bu kabilden olarak göreceksiniz, öyle zamanlar olmuştur ki size bahsettiğim şu çocukluk devirlerimden beni ayıran uzun seneler nazarımda silinir. Ondan sonra yaşadığımı, daha ağır gailelere düştüğümü, muhtelif sevinç ve kederlere maruz kaldığımı ve beni daha çok ciddiyetle müteessir edecek sebepler olduğunu unuturum. Âlem gene o âlem olduğu için ben aynı hâlde yaşıyorum. İnsanın eski bir itiyada tekrar düşmesi gibi bir şey. Yahut müsaade edin de kendi hâlime biraz daha uygun bulduğum şu tasviri yapayım: Bu tamamen iltiyam bulmuş eski bir yaradır. Fakat hassasiyetini muhafaza etmiş bir yara ki apansız azar ve tabir caizse sizi bağırtır. Tasavvur ediniz: Geç başladığım koleje gitmeden evvel hiçbir gün olmamıştır ki şu aşağıda gördüğünüz köyü gözümden ayırmış olayım. O köy aynı yerde, aynı âdetlerle yaşıyor. Vaktiyle orada gördüklerimi tıpkı eskisi gibi ve bana onları tanıtıp sevdiren aynı mana ile buluyorum. Şunu bilin ki o devre ait hiçbir hatıram silinmemiş, hayır şöyle söyleyecektim: Silinmeye yüz tutmamıştır bile. Şimdi size bunları anlatırken bana çocukluğumu iade edecek derecede gençleştirmeye muhakkak tesiri olan bu hatıralarımda sadet haricine çıkarsam buna şaşmayınız. Bilhassa bazı isimler, hele yer isimleri var ki itidalimi muhafaza ederek onları telaffuza hiçbir zaman kadir olamamışımdır: İşte Trembles ismi de bu cümledendir.
Siz Trembles’yı benim bildiğim kadar bilmiş olsaydınız bile gene vaktiyle onda bulduğum tadı anlatmak benim için hiç kolay olmayacaktı. Bununla beraber onun, şu bildiğiniz mütevazı bahçesine varıncaya kadar her yeri, her şeyi tatlı idi. Bahçesinde ağaçlar vardı; bu taraflarda az bulunan şeylerden ve pek çok kuşları vardı ki ağaçları severler ve başka yerde barınamazlar. Orada tertip vardı ve tertipsizlik vardı. Taş merdivenlerin arkasında insanın zevkini okşayan kumlu yollar vardı ki demir parmaklıklara giderdi. Bu yolların az çok tantana ile yürünen ve başka bir devir kadınlarının merasim elbiselerini gösterebilecekleri gezinti yerlerinde ben daima bu zevki duymuşumdur. Sonra loş köşeler, sık yapraklardan güneşin pek geçemeyeceği nemli dört yol ağızları ve buraların bütün bir sene yeşil yosunlar biten süngerli toprakları, nihayet köşede bucakta yalnız bana penah19 olan yerler, bütün bu yerlerde bir metrukiyet ve tarihî eskilik havası eser ve o zamanlardan beri üzerimde nahoş bir intiba bırakmayan bir anışla bana eski zamanları hatırlatırdı. Şimdi aklıma geliyor, yol kenarlarını tezyin eden şimşir fidanları vardı ki üstü iskemle gibi düz budandığı için oturur, bunların yaşlarını anlamak isterdim. Müthiş yaşlı şeyler! André’nin dediğine göre şatonun en eski taşlarından da yaşlı imişler. Onların dikildiğini ne babam ne büyükbabam ne de büyük babamın babası görmüş. Bu kadar yaşlı olan şu küçük fidanlara hususi bir merak ile yakından bakardım. Sonra, akşam olunca bir zaman gelirdi ki bütün koşup atlamalar dinerdi. O zaman taş merdivenin yukarısına çekilir, oradan bahçenin bir ucundaki parkın köşesindeki badem ağaçlarına bakardım. Eylül rüzgârıyla hepsinden evvel yaprakları dökülen bu ağaçlar, batan güneşin alevine karşı konmuş, garip bir tablo manzarasını teşkil ederlerdi. Parkta birçok beyaz ağaçlar, dişbudaklar, defneler vardı ki sonbaharda bunların dallarını, küme hâlinde, ardıç kuşları ve karatavuklar mesken edinirlerdi. Fakat daha uzaklardan göze ilişen, grup hâlinde büyük meşelerdi: En geç yeşerdiği gibi yaprakları da en geç dökülen meşeler ki -bütün korunun ölmüş gibi göründüğü, saksağanların yuva kurduğu, yüksek uçuşlu kuşların dallarda tünediği ve her kış muntazaman memlekete gelen ilk karga ve alacakargaların ağaçlara konduğu- birincikanuna20 kadar yapraklarının kolamsı rengini muhafaza ederler.
Her mevsim bize misafirlerini getirir ve onların her biri hemen meskenlerini seçerlerdi: Bahar kuşları, çiçekli ağaçları, sonbaharınkiler biraz daha yükseklerini, kışın gelenler çalılıkları, dayanıklı fundalıkları ve defneleri… Ara sıra kış ortasında ilk puslu havalar başladığı vakit bir sabah, daha nadir görülen kuşlardan biri, hızlı olmakla beraber, biraz acemice ve garip kanat çırpışlarıyla ormanın en ücra bir tarafında uçardı: Gece gelmiş bir çulluk dallara çarparak yükselir ve çıplak büyük bir ağacın sık dalları arasına sokulurken düz, uzun gagasıyla ancak bir saniye kendini gösterirdi. O bir daha meydana çıkmaz ve ertesi sene aynı yerde bir eşine tesadüf edildiği vakit gene o muhacir kuşun tekrar geldiği zehabı hasıl olurdu.
Orman kumruları kuku kuşlarıyla beraber mayısta gelirler ve bilhassa ılık gecelerin havasında bilmem nasıl bir taze hayat diriliği olduğu zamanlar, uzun fasılalarla yavaşça öterlerdi. Bülbüllere gelince: Onlar da bahçenin sınırında, sık yaprakların derinliklerinde, beyaz kiraz ağaçları içinde ve çiçekli kına ağaçlarında, demet ve koku yüklü leylaklarda, pek az uyuduğum o uzun gecelerde her yer ay ışığı ile yıkanırken ve bazı bazı sevinç yaşları gibi sakin, sıcak ve sessiz yağmur damlaları düşerken benim zevkim ve elemim için bütün gece onlar öter, havada kasvet olunca susarlardı. Sonra güneşle, daha tatlı esen rüzgârlarla ve yakın bir yazın beşaretiyle gene ötmeye başlarlar, en sonra, yumurtaları üstünde kuluçka olunca artık sesleri çıkmazdı. Bazı kere haziran sonunun yakıcı bir gününde, bol yapraklı, koca gövdeli bir ağaçta tek başına dolanıp uçan, yerini şaşırmış, kül renkli, sessiz, korkak, küçük bir kuş görürdüm: Bu, bizi artık terk eden ilkbahar misafirimizdi.
Dışarıda kemale ermek üzere olan otlar sararır, asma çubuklarının kurumuş eski dalları çatırdayarak dökülürken yeni tomurcuklar kendini gösterir, yeşil buğdaylar dalgalı ovada uzak sahalara kadar yayılır, aralarında yoncalar kırmızıya boyanır, sırma işlenmiş çevreler gibi kolzalar göz kamaştırırdı. Hesapsız bir böcekler âlemi: Kelebekler, yabani kuşlar kaçışır ve bu haziran güneşi altında işitilmedik bir inkişaf ile artarlardı. Bir taraftan kırlangıçlar havayı doldurur ve akşam olunca sağan denilen dağ kırlangıçlara keskin çığlıklarıyla birbirlerini kovalamaktan fariğ olurken yarasalar ortaya dökülür ve sıcak akşamların feyzi ile yeniden dirilmişe benzeyen bu acayip kuş sürüsü küçük çan kulelerinin etrafında gecelik dönmelerine başlarlardı.
Dışarıda ot biçme zamanı gelince köy tam manasıyla bir bayram hayatı yaşardı. İlk olarak tekmil koşum hayvanları çıkarılır, birlikte çalışmak üzere birçok çiftçiler bir araya toplanırdı. Otlar biçilip yüklenirken ben orada bulunur, sonra koskoca yükleriyle köye dönen arabaların üstünde ben de dönerdim. Koca bir karyolaya uzanmış çocuk gibi bu ot yığınının tepesinde, kesilmiş otları çiğneyerek yola çıkan arabanın ahenkli salıntısı içinde, ucu bucağı yokmuş gibi görünen ufuklara binnisbe daha yüksek bir mevkiden bakarak gider, tarlaların yeşile çalan kenarları üzerinden göz alabildiğine yayılıp uzanan denizi görürdüm. Kuşlar etrafımda daha yakından geçerdi. Bu bol СКАЧАТЬ
18
Zühul: İş çokluğu veya dalgınlık sebebiyle yanılma, geciktirme, ihmal etme. (e.n.)
19
Penah: Sığınma. Sığınacak yer. Dayandığı nokta. (e.n.)
20
Birincikanun: Aralık ayı. (e.n.)