Müzik dersinde söylediği şarkıların güfteleri hep altın kanatlı meleklerden, Meryem Ana’ya ait tasvirlerden, küçük göllerden, Venedik gondollarını kullanan sandalcılardan ibaretti. Yatıştırıcı, zararsız kompozisyonlar ki güftelerinin saçmalığı ve bestelerinin manasızlığı ile beraber ona karanlık odalarda gösterilen cazibeli hayaller nevinden geliyordu. Bazı arkadaşları dışarıdan aldıkları hediyelik resimli kitapları gizlice içeri getirirlerdi. Bunları saklamak bir mesele idi. Ancak yatak koğuşunda okuyabilirlerdi. İpekli güzel ciltleri itina ile evirip çevirirken Emma’nın kamaşan gözleri sık sık bunların, Vikont veya Vikontes diye imzalanan meçhul yazanları üzerinde dururdu.
Resimlerin üzerindeki ince ipek kâğıt, nefes alışı ile yarı bükülerek kalkıp sonra gene sayfanın üstüne düşerken o, içinde bir ürperme duyardı. Mesela resimde kısa ceketli bir delikanlı, balkonun parmaklığı arkasında beyaz roplar giyinmiş, belinde bir kese asılı genç bir kızı kucaklamış. Yahut bunlar, yuvarlak hasır şapkalarının altında kumral saçlarının büklümleriyle, isimleri meçhul İngiliz kadınlarıdır ki açık mavi iri gözleriyle size bakarlar. Onların içinde arabaya kurularak parkların içinden geçenler vardır. Beyaz külotlu iki küçük seyisin tırıs götürdüğü arabanın önü sıra bir tazı seğirtmektedir. Bazıları da açılmış bir mektup zarfının yanında, divana uzanmış, yarı inik siyah perdeli bir pencereden aya bakarak hayallere dalmışlardır. İçlerinde daha safları vardır ki yanaklarında gözyaşı, gotik bir kuş kafesinin telleri arasından içindeki kumru ile gagalaşır ya da başı bir omzuna doğru eğilmiş, gülümseyerek ucu yukarı kalkık ince parmaklarıyla bir papatyayı yolmakla meşguldür. Ve sizler… Ey güzel bakirelerin kollarıyla örülmüş çardaklar altında kendinden geçen uzun çubuklu sultanlar, ey Türk kılıçları, Rum fesleri, ey gâvurlar, hele sizler, ey gazeller diyarına ait, rengi uçmuş peyzajlar ki bize hurma ve çam ağaçlarını bir arada gösterirsiniz, sağ tarafta kaplanlar, solda bir aslan, ufukta Tatar ülkesinin minareleri, ilk planda Romalılar devrinden kalma harabeler, sonra çökmüş develer ve bunların hepsini çerçeveleyen iyice temizlenmiş bakir bir ormanla, tepeden inme bol bir güneşin hafifçe içinde titrediği bir su ve bu suyun gri çelik zemini üstünde uzaktan uzağa beyaz birer leke gibi beliren kuğular…
Emma’nın başı üstünde duvara asılı bir lamba ile aydınlanan bütün bu dünya tabloları, yatakhanenin sessizliği ve hâlâ bulvarlarda giden gecikmiş bir arabanın uzaktan uzağa gelen tekerlek sesleri içinde, birer birer gözünün önünden geçiyordu.
Annesi öldüğü vakit, ilk günler çok ağladı. Onun, saçlarından bir cenaze alayı tablosu yaptırdı ve Berto’ya gönderdiği bir mektupta hayatla ilgili acı şikâyetlerde bulunduktan sonra öldüğünde kendisinin de aynı mezara gömülmesini vasiyet etti. Zavallı adam onun hastalandığını zannederek ziyaretine geldi. Emma içinden memnundu; bayağı kalplerin hiçbir zaman varamayacağı ve soluk simaların da nadir olarak vasıl olabileceği ideal bir mertebeye hemen ermiş olduğunu hissediyordu. Bundan dolayı kendisini Lamartinvari, dolaşık nehir mecralarına koyuverdi. Laklar üstünde erguvanın seslerini dinledi. Büyük şairlerin son nefeslerinde yazdıkları bütün şiirler, bütün yaprak dökümleri, göklere süzülen tertemiz bakireler ve vadilerde uzanıp giden ebediyetin sesi onun ruhunda terennüm etti. Sonra bundan da bıktı. Maneviyat ile arası açıldı. Önce alışkanlıkla sonra gösteriş için buna devam etti. Nihayet kendisinin durgunlaştığına, sükûnet bulduğuna şaştı. Hem de kalbinde hiçbir elem, alnında bir çizgi olmadan…
Onda büyük bir yetenek gören iyi kalpli rahibeler şimdi Matmazel Ruolt’un ellerinden kayıp gitmekte olduğunu sezerek şaşıp kaldılar. Gerçekten ona o kadar bol ayin yaptırıp dua ettirmişler, inzivaya ve riyazete alıştırmışlar, Növen dedikleri dokuz günlük tövbe ve perhize sokmuşlar, vaaz dinletmişler, evliyaya ve din şehitlerine öyle derin bir saygı telkin ederek vücudun mahiyeti ve ruhun yükselmesi için öyle nasihatler vermişlerdi ki sonunda, yularından çekilip götürülen bir kısrak hâline gelmişti. Fakat o, birdenbire durunca gem ağzından fırladı. Dinî heyecanları arasında gene pozitif kalan kiliseyi çiçekleri için, musikiyi sözleri için, edebiyatı ve şarkıları hırs uyandırdı ğı için seven bu kafa, din ve imanın esrarı önünde isyan ediyor, hele mizacına uymayan manastır disiplinine bütün bütün tutuluyordu. Babası onu alıp götürdüğü vakit buna üzülen olmadı. Hatta başrahibe onu son zamanlarda, meslek ve cemaate karşı daha az saygılı bulmaya başlamıştı.
Eve geldiği vakit Emma, önce hizmetçileri komuta etmekten hoşlandı. Fakat çok geçmeden köy hayatından da bıkarak manastırı özledi. Charles’ın ilk gelişinde o, kendini emelleri kırık bir hâlde buluyordu. Artık ne öğreneceği bir şey ne de kalbine heyecan verebilecek bir duygusu olabilirdi.
Fakat yeni durumun sıkıntısı yahut belki de bu yeni adamın varlığından pirelenmesi kendisinde farklı bir inancın doğmasına kâfi geldi. Artık inanmıştı ki o zamana kadar, pembe tüylü büyük bir kuş gibi, şiir ve hayal dolu göklerin ihtişamı içinde kanat açıp duran o güzel, o hayranlık verici ihtirasa sahipti; buna inandığı için hayal ettiği mutluluğun, şimdi içinde bulunduğu şu durgun hayattan doğabileceğini aklına sığdıramıyordu.
7
Bununla beraber hayatın en güzel günlerinin, yani adı üstünde balayı, bugünler olduğunu düşündüğü olurdu. Bunun tadını çıkarmak için şüphesiz ad ve san almış ülkelere gitmek lazımdı. Oralarda düğün geceleri sabahlarının tatlı tembellikleri olacaktır! Posta arabasının peykleri üstünde ve mavi ipek storlar altında, keçilerin çıngırakları ve kaskadların boğuk sesleri arasında posta arabacısının şarkılarını dinleyerek ağır ağır dik yollara çıkılır. Güneş battığı vakit körfezlerin kıyısında limon ağaçlarının kokularıyla nefes alırsınız sonra ortalık kararmaya başlayınca villaların taraçası üzerinde parmaklarınızı birbirine kenetleyerek yıldızlara bakarken projeler tasarlarsınız. Emma’ya öyle geliyordu ki nasıl bir bitki bazı yerlerdeki toprağın özelliğinden orada iyi yetişir ve başka yerde yetişmezse öylece dünyada mutluluk yetiştiren yerler de vardır. Ah, ne olurdu, kendisi de mesela İsviçre’de bir köşkün balkonuna dirseklerini dayasa ya da İskoçya’nın bir kulübeyi andıran küçük bir sayfiyesinde dertlerini uyutsa ve yanında beyaz kollukları, sivri şapkası, yumuşak çizmeleriyle uzun etekli siyah kadife elbiseler giymiş bir kocası bulunsa!
Belki bir sırdaşa bütün bu hayallerini açıp dertleşmek isterdi. Fakat koyu ve büyük bulutlar gibi, manzarasını değiştiren rüzgâr gibi dönüp kasırgalanan bu kaleme gelmez üzüntüyü nasıl söyleyecekti? Bunun için sözleri ağzında kalıyor, muhtaç olduğu fırsat ve cesareti bulamıyordu.
Bununla beraber eğer Charles isteseydi, eğer bunun farkına varsaydı, yani hiç olmazsa bir kere onun gözü karısının düşüncesiyle karşılaşmış bulunsaydı ona öyle geliyordu ki el dokunur dokunmaz pıtrak gibi dökülen çardak yemişi gibi, içindeki emeller birden boşalacaktı. Ne çare ki mahrem hayatlarında onlar ne kadar kaynaşıyorlarsa, içinden gelen bir yabancılık hissi, genç kadını o nispette kocasından uzaklaştırıyordu.
Charles’ın sözleri sokağın yaya kaldırımı gibi dümdüzdü. Herkesin ağzında çiğnenen fikirler ne bir düşünce ne bir gülüş ne de bir heyecan doğurmaksızın adi kostümleriyle geçit yapardı. Dediğine göre Paris’ten gelen aktörleri görmek için bir kere olsun merak edip Ruan’a tiyatroya gitmemişti. Ne yüzmeyi ne eskrimi öğrenmiş СКАЧАТЬ