Şimdiye kadar hayatından sanki ne anlamıştı! Kolejde geçen zamanı mı? Dört duvar arasında hapis olduğu o zamanlar, kendinden daha zengin ve daha kuvvetli olan arkadaşlarının arasında yalnız ka lışı mı? Onun taşralı sözlerine kâh gülmeleri kâh kıyafetiyle alay etmeleri mi? Yoksa oğullarını görmeye gelen anaların, manşonlarına sakladıkları pastaları, gözünün önünde onlara yedirdiklerini görmesi mi? Hangisi! Daha sonra tıp öğrenimi görürken kendisine metres olması muhtemel bir işçi kızın kontrödans ücretini verebilecek kadar olsun kesesi dolgun olmadığı zamanlar hayattan nasibi neydi? Nihayet on dört yıl şu dul kadınla hayatını geçirdi. Bir kadın ki yatakta ayaklarının birer buz parçasından farkı yoktur. Fakat şimdi taptığı güzel bir kadına sahipti, hem de ölünceye kadar. Onun fistanının ipek çevresini bütün dünyaya değişmezdi. Mademki karısını görme isteğindeydi, gidip sevmemek bir suç değil miydi? Bunun üzerine işinden çabuk döner, yüreği çarparak merdiveni çıkar. Emma odasında tuvaletini yapmakla meşguldür. O hiç ses çıkarmadan, parmaklarının ucuna basarak gelir, karısını ensesinden öper. O zaman karısı şakrak bir çığlık koparırdı.
İkide bir onun tarağını, yüzüklerini, fişüsünü tutup okşamaktan kendini alamaz, yanaklarını ağız dolusu şapur şupur öper ya da parmaklarının uçlarından başlayarak omuz başlarına kadar sıralanmış küçük öpücüklerle çıplak kollarını kaplardı. Emma içi sıkılmış gibi görünür ve gülümseyerek peşe takılan bir çocuğa yapıldığı gibi hafifçe kocasını itip elinden kurtulmak isterdi.
Evlenmeden evvel içinde bir aşk olduğunu sanmıştı. Fakat arkasından böyle bir aşkın sonucunda olması gereken saadet gelmediği için; “Demek aldanmışım!” dedi. Genç kadın, kitaplarda o kadar tatlı tatlı okuduğu bahtiyarlığın, aşk ihtirasının sarhoşluğunu hakiki hayatta bulmak istiyordu.
6
Küçüklüğünde Paul ile Virjin’i okumuştu. Orada bambu kulübeyi, zenci Domengü’yü, sadakatli köpeği imrenerek hayal etmişti. Hele Paul gibi, çan kulesi kadar yüksek ağaçlardan, sizin için olgun yemişler toplayan yahut yalın ayak kumlarda koşarak size bir kuş yuvası getiren, küçük kardeş hayali ne kadar cezbediciydi.
On üçüne bastığı vakit babası onu kendi eliyle manastıra götürdü. Saint-Gervais Mahallesi’nde bir otele indiler. Yemekte önlerine getirilen tabakalarda boyalı bazı tarihî resimler vardı. Bunların bıçak darbeleriyle ötesinden berisinden kesilen efsanevi şerhleri hep dinî, kalbin inceliklerini ve sarayın şatafatlarını kutluyordu.
Önceleri manastırda canı sıkılmak şöyle dursun iyi kalpli sörlerin sosyetesinden hoşlanmıştı bile. Onlar onu eğlensin diye, yemekhaneden uzun bir koridorla gidilen Şapel’e, küçük kiliseye götürürlerdi. Paydoslarda pek az oynar, din kitabını iyi anlar ve köy papazı yardımcısının sorduğu güç suallere cevap veren hep o olurdu. Başlarında bakır istavrozlu marabet şapkası bulunan o beyaz tenli kadınların arasında ve sınıfların ılık atmosferi içinde geçen daimi hayatı onu yavaş yavaş mihrabın mabet kokularından, kutsal su kaplarının serinliklerinden ve mumların titrek alevlerinden yayılan mistik bir ha va ile uyuşturmuştu. Mes ayinine gideceğine kitabında lacivert bir hale ile çevrilmiş olan dinî resimlere bakar, bu resimlerdeki hasta kuzuyu, sivri uçlu oklarla delinmiş kutsal kalbi ve çarmıha doğru giderken yere düşen zavallı Mesih’i (İsa’yı) görmek hoşuna giderdi. Nefsini köreltmek için bir gün hiçbir şey yememeyi denedi. Kafasının içinde, adayacağı bir adak arıyordu.
Günah çıkarmaya gittiği vakit, ellerini bitiştirip diz çökerek ve papazın fısıltıları arasında yüzünü parmaklığa dayayarak o loş yerde daha fazla kalmak için bazı ufak tefek suçlar uydururdu. Vaazlarda geçen semavi, nişanlı, karı koca, âşık ve ebedî evlenişlerin mukayesesi ruhunun derinliklerinde umulmadık tatlılıklar uyandırırdı.
Akşam duasından evvel etüt odasında dinî bir parça okumak âdetti. Hafta arasında bu parça kutsal tarihten yahut rahip Froy-Sinus’un konferanslarından, pazar günleri de paydoslarda “Hristiyanlığın dehası”na ait parçalardan yapılırdı.
Yeryüzünün ve sonsuzluğun bütün yansıyan seslerinde tekrarlanan romantik melankolilerin yüksek sesli haykırışlarını ilk defalarda o, nasıl da dinledi! Eğer onun çocukluğu esnaf mahallesinde, bir dükkân arkasında geçmiş olsaydı, tabiatın bize hep yazarların ifadesiyle gelen lirik hamlelerine karşı belki de kalbi açık bulunacaktı. Fakat o köy hayatını lüzumundan fazla tanımıştı; sürü sürü koyunların melemesi, sütten yapılan şeyler, araba işleri ona yabancı değildi. Bu durgun hayata alışan ruhunda bilakis dalgalı manzaralar görme özlemi vardı. Denizi ancak fırtınaları olduğu için severdi. Ve yalnız harabeler arasına serpilmiş olan yeşilliklerden hoşlanırdı. O, peyzaj değil, heyecan aradığı ve artist olmaktan ziyade, duygulu bir mizaca sahip olduğu için, her şeyden kalbine bir çeşit kazanç çıkarmaya çalışıyor ve kalbin alışverişine yaramayan şeyi atıyordu.
Manastırın çamaşır işlerini görmek üzere her ay gelip sekiz gün kalan bir ihtiyar kız vardı. Devrim zamanında fakir düşmüş eski bir asilzade ailesine mensup olduğu için başpiskopos tarafından himaye edilmekte olan bu yaşlı kız yemekhanede sörlerin masasında ye meğini yer ve işine çıkmadan evvel de onlarla kısaca laflardı. Çok kere onu görmek için pansiyonerler etüt odasından kaçarlardı. O, bir taraftan dikişiyle meşgul olurken bir taraftan da geçen asra ait bildiği çapkınca şarkıları hafiften mırıldanırdı. Masal anlatır, size havadis getirir, şehirdeki işlerinizi başarır ve işten fırsat buldukça ara sıra kendisinin de can atarak okuduğu ve daima önlüğünün cebinde taşıdığı romanları gizlice büyük kızların eline tutuştururdu. Bu romanlar hep aşktan, kadın erkek âşıklardan, ücra köşklerde bayılıp kalmış, üstüne düşülen kibar bayanlardan, her menzilde öldürülen posta sürücülerinden, sık sık, hemen her sayfada çatlatılan atlardan, loş ormanlardan, kalp üzüntülerinden, yeminlerden, hıçkırıklardan, gözyaşlarından, öpücüklerden, mehtaptaki sandal sefalarından, koruların bülbüllerinden, aslan gibi, aslan yürekli fakat kuzu gibi uysal ve görülmemiş biçimde erdemli, her zaman şık giyinen ve bir testi sızıntısı gibi sessiz ağlayan erkeklerden bahsederdi. Emma daha on beşindeyken altı ay ellerini bu çeşit bir okuma odasının tozlarına buladı. Daha sonra Walter Scott’la beraber tarihî şeylere merak saldı. Sepet sandıklarını, muhafızlar koğuşunu, Orta zamanın saz şairlerini hayal etti.
Geniş malikâneleri içine gömülmüş СКАЧАТЬ