Köyde âdet olduğu üzere misafirine içeceği bir şey ikram etmek istedi. Charles reddetti. O, üsteledi. Karşılıklı birer likör içmelerini gülerek teklif etti ve cevabını beklemeden dolaptan bir portakal likörü şişesi ile iki küçük kadeh çıkardı. Konyakla portakal kabuğundan yapılan bu likörden Charles’ın kadehini ağzına kadar doldurdu. Biraz da kendi kadehine koydu, kadehleri tokuşturduktan sonra genç kız, kadehini dudaklarına götürdü ve dilini ıslatan şarabı alabilmek için başını arkaya devirdi; böyle baş arkada, dudaklar uzanmış, gerdanı meydana çıkmış bir hâlde fıkır fıkır gülerek içtiğinden bir şey anlamadığını söylerken inci dişlerinin arasından sivri dilinin küçük hamleleriyle kadehin dibini yalıyordu.
Yerine oturdu. İşini tekrar eline aldı. Beyaz bir tire çorap tamir ediyordu. Şimdi başını önüne eğmiş, sesini çıkarmadan işi ile meşguldü. Charles’ın da hiç sesi çıkmıyordu. Kapının altından giren rüzgârın baş döşemeye sürüklediği toz tanelerine bakıyor ve sadece, avluda yumurtlayan bir tavuğun uzaktan gıdaklamasını ve başının, içeriden zonklamasını dinliyordu. Emma, büyük ocak ızgarasının demir topuzlarına koyup soğuttuğu avuçlarını, ateş gibi yanan yanaklarına bastırıp serinletiyordu.
Mevsim başlayalı baş dönmelerinden şikâyeti vardı. Acaba deniz banyosu iyi gelir mi, diye sordu. Sonra o, manastır hayatından, Charles da kendi kolejinden bahsettiler. Artık söyleyecek şey bulamıyorlardı. Sonra yukarıya, kızın odasına çıktılar. Misafirine eski musiki defterlerini, mükâfat olarak kendisine verilen küçük kitapları ve dolabın altına atılmış meşe yaprağından çelenkleri gösterdi. Tekrar annesinden ve mezarlıktan bahsetti, hatta her ayın ilk cumasında, çiçeklerini toplayıp annesinin mezarına götürdüğü, küçük çiçek tarlasını da pencereden gösterdi. Fakat bahçıvanları hiç işinin erbabı değildi. Bir işe yaramıyordu. Hiç olmazsa kışları şehirde geçirmeyi pek isterdi. Hoş, yazın güzel, uzun günleri köyde daha sıkıntılı geçiyordu ya! Ve konuya göre sesi gür, berrak ve ince çıkıyor yahut birden gevşeyip düşerek perde perde süzülüp kendi kendine konuştuğu zamanlardaki gibi oluyordu, ortalığı çınlatan şen bir kız hâlindeyken şimdi yarı açık gözlerinin arasından süzülen bakışları, belirsiz gölgelerde boğulan bir iç sıkıntısı ve bir fikir perişanlığı gösteriyordu.
Akşam şehre dönerken Charles, onun sözlerini tekrar tekrar hatırlamaya ve kendisini henüz tanımadığı zamanlardaki hayatını gözünün önüne getirmek için bu sözleri birbirine ekleyerek manasını tamamlamaya çalışırdı. Fakat onu ilk gördüğünden veya biraz evvel bıraktığı hâlden farklı olarak tasavvur etmek hiç mümkün olmadı. Sonra bu kızcağızın ne olacağını, kocaya varıp varmayacağını, şayet varacaksa, kime varacağını kendine sordu. Evet kime? Ne yazık! Babası o kadar zengin ve kız bu kadar güzel olduktan sonra! Şimdi Emma’nın güzel yüzü gene gözünün önüne geliyor ve bir topacın vınlaması gibi sürekli bir uğultu kulaklarından eksik olmuyordu: “Peki, onu sen alsan nasıl olur? Sen alsan, sen alsan!” O gece uyumadı, boğazı daralıyordu, susamıştı. Testiden su alıp içmek için kalktı, pencereyi açtı. Gökyüzü yıldızlarla donanmıştı. Sıcak bir rüzgâr esiyor, uzakta köpekler havlıyordu. Başını Berto tarafına çevirdi.
Nihayetinde ne olabilirdi ki? Bunun hiçbir tehlikesi yoktu. Charles kararını verdi; fırsat çıkınca kızı isteyecekti. Fakat fırsatı her yakalayışında tam yerinde bir ifade tarzı bulamayacağı korkusu ile ağzı mühürleniyordu.
Baba Ruolt, artık evde pek işe yaramayan kızını başından alacak olana hiç de gücenecek değildi. İşe yaramadığından dolayı içinden ona hak da veriyordu. O, çiftçi olamayacak kadar ince fikirliydi. Erbabı içinde bir tek milyoneri olmayan bu nankör meslek zaten Tanrı’nın hışmına uğramıştı. Zavallı adam para kazanmak şöyle dursun her yıl açık veriyordu. Çünkü sanatın bütün hilelerine vâkıf olduğu için pazar yerleri kendisi için ne kadar cazip olursa olsun çiftliğin asıl temeli olan çiftlik iç idaresi hoşuna gitmiyordu. Bir kere hiçbir vakit isteye isteye eli cebinden çıkmıyor, fakat kendine ait masraflardan asla çekinmiyordu. Çünkü iyi yemek yemeyi, ılık odalarda yaşamayı, her anlamıyla ense yapmayı istiyordu. Bol elma şarabı içmeyi, kanları sızan koyun pirzolaları yemeyi, iyi çalkalanmış konyaklı kahve almayı seviyordu. Yemeğini mutfakta tek başına, tiyatro localarında olduğu gibi, kendisine getirilen hazır ve küçük masanın başına geçerek ocağın karşısında yemek âdetiydi. Kızı Emma ile konuşurken Charles’ın yanaklarının kızardığını fark edince bunun manasının günün birinde kızını istemesi demek olacağını sezinleyerek işini enine boyuna kafasında yoğurup pişirmişti. Gerçi onu biraz kısa boylu ve cılız buluyordu. Tam manasıyla istediği gibi bir damat değildi; fakat işi yolunda, idareli ve çok bilgili olduğu söyleniyordu.
Herhâlde drahoma3 meselesinde uygunsuzluk çıkaracak bir adam değildi. Zaten Baba Ruolt arazisinden otuz dönüm kadar bir yeri nasıl olsa satmaya mecburdu. Çünkü duvarcıya ve yük arabalarının takımlarını yapan sarraca borçlarını ödemek ve cenderesinin ağacını değiştirmek lazımdı.
İçinden:
“Adam şayet isterse ben de verdim gitti.” dedi.
Saint-Mişel yortusu esnasında Charles, Berto’da üç gün kaldı. Bu üç gün de öncekilerde olduğu gibi her çeyrek saati yeni bir hamlenin duraklamasıyla geçti. Artık hekim şehre dönecekti. Baba Ruolt, onu geçiriyordu. Çitin bir köşesini dönüyorlardı. Tam çiti geçtikleri bir sırada Charles mırıldanır gibi:
“Bay Ruolt…” dedi. “Size bir şey söyleyeceğim…”
Durdular, Charles bir şey söylemiyordu.
“Derdiniz ne ise anlatın canım! Sanki ben bilmiyor muyum?”
Baba Ruolt bu sözü manalı bir gülümsemeyle söylemişti.
Charles, kekeledi:
“Baba Ruolt… Şey… Baba Ruolt…”
“Ne diyeceğinizi biliyorum. Benim Tanrı’dan istediğim de o… Başka bir şey değil. Kızda hiç şüphem yok, benim kafamdadır. Bununla beraber bir kere sormak, fikrini almak lazım. Haydi size uğurlar olsun. Ben eve dönüyorum. Ha… Durun şayet kabul cevabı alırsam, dinliyor musunuz, sizin ele güne karşı geri dönmenize lüzum yok. Zaten, kız da sıkılır, yüreği oynar. Fakat sizi meraktan kurtarmak için, iş kararlaştırıldıktan sonra ben pencerenin kepenklerini açar, duvara kadar dayarım: Siz şöyle çitin üstüne abanacak olursanız, arkasından onu görebilirsiniz, kâfi!” dedi ve oradan uzaklaşıp gitti.
Charles atını bir ağaca bağladı. Yola çıktı ve durup bekledi. Yarım saat kadar sonra saatini çıkardı. On dokuz dakika daha saydı. O zaman apansız duvara çarpan bir şeyin gürültüsü duyuldu. Pencere kapağı açılmıştı. Mandalı hâlâ titriyordu.
Ertesi sabah saat dokuzda Charles kendini çiftlikte buldu. İçeri girdiği vakit Emma vaziyetin icabı olarak biraz gülmeye çalışmakla beraber kızardı. Baba Ruolt müstakbel damadını kucakladı. Bazı uzlaşma yolları üzerinde görüşmeye başladılar.
Hoş, СКАЧАТЬ
3
Hristiyan ve Musevilerde gelinin damada verdiği para ya da mal. (e.n.)