Sadece nazik bir çiçeğe benzeyen Kleopatra ne yapacağını şaşırmış bir kenara çekilerek ağlayıp duruyordu. Bu ikisinin arasındaki hayvani düşmanlık diğerlerinin de canını sıktı.
– İmparator yüksek sesle susun dedi.
– Kesin sesinizi! Allah cezanızı versin! Sizi “Kutsal Yer”e götürmek isteyen benim gibi eşekte suç! Böyle devam ederseniz kutsal toprakları asla göremeyeceksiniz. Allah belanızı versin! Durun diyorum size! Durun.
Aniden İmparator’un ağzındaki takma diş yere düştü. Bunu gören Kozuçak protez dişi yerden alıp elinde bulunan şişedeki suyla duruladı ve İmparator’a verdi. İmparator protezini taktıktan sonra sinirle konuşmaya devam etti.
– Sizi bu yola sürükleyende suç. Aptalım ben!
Hepsi sessizce İmparator’a bakıyordu.
– Burası nasıl bir yer biliyor musunuz?
Yine kimseden ses çıkmadı.
Eline yapışan Lir’in saçlarını atan Afinskaya:
– Kaz kafalı, hadım! Dün bir de benim ırzıma geçmek istedi dedi. Hâlâ öfkeliydi.
– Kes sesini sürtük!
Büyük İskender, Tais Afinskaya’ya neredeyse saldıracaktı.
– Kes dedim sana!
Hepsi sustu.
Son günlerde iyice yorgun düşen İmparator’un boğazı kurumuştu, hafif öksürdü ve yumuşak bir sesle:
– Bilmiyorsanız öğrenin. Burası“Ölüm Vadisi” dedi.
– Ölüm Vadisi mi?
Hepsi de şaşkınlık içinde bakakaldılar.
Büyük İskender, İmparator’a kızgın gözlerle baktı.
– Sen bizi Ölüm Vadisi’ne değil, Kutsal Topraklar’a götüreceğim demiştin.
– Biz bu yabancı topraklarda, çöl diyarlarında kırk yıl boyunca Musa’nın peşinden giden askerler değiliz. Nerede senin kutsal toprakların, dedi. Çoktan beri sessiz duran İskender kızgın bir sesle devam etti:
– Bunları yaşamaktansa tımarhanede kalır, kemiklerimizin çürümesini izlerdik…
Bunları söyledikten sonra hızla yere tükürerek söylendi:
– Kahretsin! Nereye gideceğimiz hâlâ belli değil.
– Musa, askerlerinin gerçeği anlamaları için onları kırk yıl eğitmişti. Siz kırk güne bile dayanamıyorsunuz diyen Kozuçak, İmparator’a içten içe acıyordu. Konuşurken feri kaçan gözleri parlamıştı.
– Günahı silmek kolay mı? Dayanacağız İmparator. Dayanmamız gerek.
– Dayanın. Az kaldı, Kutsal Topraklara.
İmparator yere oturdu ve boğuk bir sesle:
– Dayanın, dedi.
Büyüklerin tartışmalarına karışmayıp uzakta duran Kleopatra, İmparator’a başını dayadı. İmparator ağır ağır nefes alıyordu. Boğazı sıkışmış azap çekiyordu. Kozuçak ona şişedeki sudan bir iki yudum içirdi. Su güneşin sıcaklığından hayli ısınmıştı. İmparator suyu biraz yuttu ve yere tükürdü. Başını dayayıp, ona derin derin bakan Kozuçak’ın gözlerinden sıcak gözyaşları süzüldü. Yol boyunca İmparator’a umut bağlamıştı ve artık onu bir yakını gibi görüyordu.
– Sen ağlıyor musun, dedi İmparator.
– Hayır, diyen Kozuçak burnunu çekerek eliyle gözyaşlarını sildi.
– Ağlamayın!
İmparator, Kleopatra’nın da ağlamak üzere olduğunu fark etti.
– Ben pekiyi hissetmiyorum ama geçecek ve sonra tekrar yola çıkacağız. Kutsal Topraklar’a az kaldı. Ben biraz… Sadece biraz uyuyayım, dedi. İmparator uykuya değil derin hayallere dalmak üzere köşesine çekildi.
İlkbahar gidiyor!
Ve kuşlar ağlıyor, balıkların gözlerinde de yaş…
Bir şarkı mırıldanmaya başladı Tais Afinskaya.
Vahşi çöle alacakaranlık indi. Güneşte bir farklılık olduğunu ilk fark eden Cengiz Han oldu. Batmaya başlayan güneşin sanki bir ejderhanın ağzından ateş püskürüyormuşcasına yaydığı ışık gökyüzünde parlıyordu.
– Güneşe bakın! Güneşe! Cengiz Han tedirgin gözlerle gökyüzüne baktı. Güneş tutulmuş… Güneş tutulmuş…
Bu sözü duyar duymaz Büyük İskender yanındaki şişeyi kırarak, onun parçasıyla güneş tutulmasını izlemeye başladı. Bunu gören herkes aynısını yaptı. Sadece Lir bakamadı. Yerinde donakalan Lir garip hareketler yapmaya başladı.
– Güneş mi? Güneş mi tutuldu?
Başını ellerinin arasına aldı. Elleri titriyordu, ellerindeki damarlar şişmişti. Adeta kendinden geçmiş sayıklıyordu:
Kin tutanların ve nefret besleyenlerin sayısı ne kadar çoksa onları yönetmek bir o kadar kolaydır. Hedef ne kadar yıkıcıysa ona o kadar coşkulu yaklaşır. İşte onların elleriyle dünya devrimi yapacağım. Evet, devrim! Ben ahlaksız günahkârlar partisini kuracağım. Zaten Tanrı’ya isyan etmeye hazırlar. Kuracağım parti her geçen gün biraz daha yaklaşacak iktidara ve yavaş yavaş onu ele geçirecek. Artık dünya eskisi gibi değil.
Lir tepeden tırnağa kadar titriyordu. Yanakları titreyerek sessizce etrafına bakındı ve yavaşça konuşmaya devam etti.
Üşüyorum ben, donuyorum! Şimdi her şeyi hatırlıyorum. Ben ölümlüydüm. Ben melektim. Ben oyuncuydum. Ben kadınlara tecavüz ederdim. Ben ölülerin bedenini yıkıyordum. Ben şimdi kendim ölüyüm. Beni kim yakacak?
Bazen böyle aklı gider gelirdi. İyice saçmalayıp kudurmuş köpek gibi ağzından köpükler çıkarırdı. Şu an tam da o haldeydi. Hâlâ kendine gelememişti, bir şeyler sayıklayıp duruyordu.
– Opus… mopus… pusss… pust… Mussolini… musorı… sorı… bossorı… Anlamsız şeyler çıkıyordu ağzından. Öndeki büyük dişleri birbirine kenetlenmişti. Gözleri büyüdü büyüdü kocaman oldu. Azap çekiyordu. “Kral Lear’deki monoloğu hatırlayınca kendine gelirdi. Burun kanatları kabarır, burnunun içi öfkeden kıpkırmızı kesilmiş bir halde monoloğunu sanki Londra’nın “Globa” tiyatrosunda oynuyormuş gibi söylemeye başlardı. Şimdi de öyle yapıyordu. Diğer altısı onun bu nöbetlerine alışmıştı hatta onlar için sıradan bir şeydi bu ve СКАЧАТЬ