Hangi karanlıktan kaçmak istiyordu? Bu düşünceler aklına gelince tüyleri ürperir, vücudu titrerdi. Karanlıktayken karanlığı unutmak isterdi.
Karanlık düşüncesinden kurtulmak için yavaşça yerinden kalktı ve küçük adımlarla bir şeyini kaybetmiş kör bir adam gibi etrafını yoklamaya başladı. Dokunduğu şey de en azından duvar olsaydı iyi olurdu. Bir adım… İki adım… Hâlâ bir şey yok. Bir şey bulabilirse ölü ya da canlı olduğunun farkına varacaktı bu nedenle nasıl bir şeye dokunduğu hiç önemli değildi. Aradığı şey baktığı ayna değildi, çünkü öbür dünyanın ilk kapısı ayna olacak diye duymuştu, bu nedenle aynadan korkuyordu. Adımlar devam etti, parmaklarını kımıldatarak, ellerini önüne doğru kaldırdı ama hiçbir şey bulamayınca dünyada kimse kalmamış hissi artmaya başladı. Böyle olabilir miydi gerçekten? Bu kadar karanlıkta her şey karanlığın kendisi gibi sonsuz ve bilinmez gibiydi. Bir adım daha attı. Bu sırada şıp şıp diye az evvel duyup sonra unuttuğu damlama sesini işitti. Damlalar nereden nereye damlıyor, kimsenin çözemediği bir bilmeceydi. Ya da bu ses kalbinden mi geliyordu? Kalbinin atışıysa demek ki yaşıyordu. Bir adım… İki… Üç… Elleri bir şey buldu ve hemen vücudunu garip bir korku sardı. Dokunduğu şey elinde yanma hissi yarattı. Bu, İmparator’un yaşamda var olduğunun işaretiydi. Ruhunun bedeninden ayrıldığını düşünüyordu, yanmayı hissettiğine göre demek ki hâlâ canlıydı. Hemen elleriyle dokunduğu şeyin ne olduğunu anlamak istedi ve onun bir duvar olduğunu anladı. Ama niçin bu kadar soğuktu? O kadar soğuktu ki elleri morardı. Ama “Madem burada bir duvar var mutlaka bir kapısı da olmalı.” diye düşündü ve aramaya devam etti. Bu arayış içinde önceden sokaklarda gördüğü kör insanları hatırladı. “Meğer kör insanların hayatı her gün böyle lânet bir karanlıkta geçiyormuş.” dedi. Bir kör için hayatın ne demek olduğunu iliklerine kadar hissetti. Duvarı bir defa bulmuştu nasılsa bu karanlıktan da kurtulmayı başarırım diye düşündü. Kafasındaki bu düşünce aramasını güçleştiriyordu. Hem nasıl kurtulacaktı ki, bu karanlığa nereden ve nasıl geldiğini bile bilmiyordu. Olmayacak bir zamanda bu karanlığa takılıp kalmıştı. Sadece kendisi gelebilirdi buraya bu nedenle sadece kendisi karanlıktan kurtulma yolunu bulmalıydı. Eğer bulamazsa burada ölmek kaderiydi.
Bir şeyin üzerine bastı, iyice bakınca bir kibrit kutusu olduğunun farkına vardı. Belki vardır diye küllüğün içinde kibrit aramaya başladı, küllükte değil de yere dikkatlice bakınca bir tane kibrit buldu. Bu kibrit ölüm düşüncesinden az da olsa kurtulmasına sebep oldu.
İmparator kibriti özenle çakınca nefes almayı kesti, kibritin yardımıyla karanlığın sonunu bulabilecek miydi? Nerede kaldığını, durumunun nasıl olduğunu öğrenmek istedi. Kibritten hafif bir ışık çıktı. Tam karşısında balçıkla sıvanmış bir duvar vardı. Cılız da olsa ortalığa yayılan ışıkla duvardaki “Deliler Ülkesi” yazısını okuyabildi. Bu tamlamanın tam son harfine geldiğinde kibrit sönüverdi. Yine her yer karanlığa büründü. Böyle bir ülke var mıydı? “Deliler Ülkesi” diye bir yer daha önce hiç duymamıştı. Varsa bile hatırlayamadı.
Tekrardan o hüzünlü ölüm düşünceleri beynini kemirmeye başladı. Ölüm, sadece kafasını değil, beyninin içindeki kılcal damarları bile soğuk düşüncelerle dolduruyordu. Ama bunun korkuyla ya da yalnızlıkla bir ilgisi yoktu, sadece hayatta olduğunu hatırlatıyorlardı ona.
İmparator da ölüm hakkında düşünceler aklına gelmeye başlayınca yaşadığı önemli ve ilgiye değer olayları hatırlayarak kendisini oyalamaya çalışırdı. Örneğin, tımarhaneden kaçtığı gün tanıştığı o kadın aklına gelirdi. İkisi gece boyu beraber olmuşlardı. Kadın: “Hayatımda senin gibi bir erkek görmedim.” demişti, İmparator da “Ben de senin gibi bir kadın görmedim.” demişti. Sarmaş dolaş yatakta yatarken korku basmıştı İmparatoru. Dün tımarhaneden kaçmıştı. Her yerde onu arıyor olmaları muhtemeldi. Eğer onu bulacak olurlarsa yeniden o duvarların tutsağı olacak, tekrardan yaşadığı o çileli hayata dönecekti.
Tımarhanedeki iri yarı ve bıyıklı başhekim “Sen delisin.” demişti. İmparator da kafasını bile kaldırmaya gerek duymadan “Evet, ben deliyim.” diyordu. Bunu duyan odadaki bütün hastalar yerlere yatar kahkahayla gülerdi. Böyle yerli yersiz gülmenin ne demek olduğunu bilmeden bütün oda kahkahalara boğulurdu. Ama hiç gülmeyen birisi vardı. İri yarı bedenine sanki bir etiketmiş gibi yapışan bıyığı ile tımarhanenin başhekimi. Delilerin bu dünyada çekindiği tek insandı o. Ne kadar zorlarsan zorla kendisi istese bile gülmezdi. Birisi daha vardı. Deliler ona“Evliya” diyorlardı. Gerçekten bir evliya mıydı, yoksa deliler mi onu böyle adlandırmıştı? Kimse bilmezdi. Kendisine bununla ilgili bir şey sorulduğunda:
– Ben sizin zihinlerinizi o kahredici karanlıktan kurtarıp aydınlığa ulaştırmak için varım, eğer bunu yapabilirsem bana evliya demenizde bir mahsur yok ama bu idealimi gerçekleştiremezsem dünyayı su ve yılanlar basacak, yılanlar herkesi sokacak ve öldürecek, demişti.
Ama deliler bunu önemsemez. Her zamanki gibi gülerler, taşkınlık yapar hep beraber Evliya’nın üzerine çullanıp adına ezme oyunu dedikleri bir oyun oynarlardı. Evliya buna zor dayanırdı. Eğer o iri yarı, bıyıklı başhekim olmasa bu oyunlardan birisinde öle bilirdi bile. Şimdi aklına “Evliya” gelmişti. Zihnindeki bulanıklığı dağıtmak için tane tane düşünmeye, her şeyi en berrak haliyle hatırlamaya çalıştı.
Bir gece… Çok karanlık bir geceydi. Fileyle örtülmüş sağı solu açık pencerelerden gökyüzünü ışıl ışıl kaplayan yıldızlar görünüyordu. Evliya, kaldığı küçücük odanın ortasındaki masaya doğru yaklaştı, koynundan bir kitap çıkardı. Bir mum yaktı. Mumun odaya yaydığı cılız ışığın gölgesinde içinden mırıldanarak dua etmeye başladı. Odadaki hastaların birisi hariç hepsi uyuyordu. Evliya’yı dikkatle dinledi. Yorganının altına gizlenmiş olan bu deliyi Evliya fark etmedi. Herkesin uyuduğunu düşünüyordu. Evliya’nın okuduğu duadaki cümleler deliyi çok etkiledi.
“Gerçeği ve hakikati adaletsizlikleriyle yok eden insanlara Tanrı’nın gazabı sonsuz olacak. Çünkü Tanrı’nın bildiğini onlar da biliyordu. Bu bilgiyi insanlara veren de yine Tanrı’ydı. Bu insanlar olacakları hissediyordu, olacakları biliyordu. Demek ki Tanrı’dan hiçbir şey alamazlar.” Evliya bu cümleleri okuyunca oturduğu yerde donakaldı. “Her şeye rağmen Tanrı’yı biliyorlar fakat ona dua etmiyorlar, başka düşüncelerin tutkusuna kapılıyorlar.”
Evliya’nın derin düşüncelere daldığı onun duvara yansıyan gölgesinden bile belli oluyordu. “Onların kalbini karanlık kapladı.” Kutsal kitabı okurken ağzından çıkan hava mum ışığını titretiyordu. Düşünceli bir hâlde yerinde bir müddet oturduktan sonra yeniden kitabı okumaya başladı. “Kendilerini akıllı sanıyorlardı ama akıl tutulması yaşıyorlardı. Tanrı’nın değerini ölünce çürüyecek insanların, kuşların, hayvanların kemiklerine benzettiler. Tanrı da onları koca bir karanlığın içinde bıraktı. Bu seçimi kendileri yaptılar. Onlar Tanrı’nın gerçek dediği şeyleri yalanladı, Tanrı’nın hayranı olmak yerine eşyaların önünde eğildiler ve şeytana hizmet ettiler.” Evliya derin bir nefes aldı. “Tanrımız ebediyen övülsün!” ve okumaya devam etti. “Tanrı’nın bir gün adaletle hükmedeceğini unuttular.” dedi ve ellerini yüzüne sürdü. Çok kararlı bir sesle “Tanrı’nın hükmü yapılan işlere göre verilir.” dedi ve durdu.
Deli bu sırada o СКАЧАТЬ