“Ne yapıyorsun?” diye sordu.
“Kapat çeneni!” deyip yumruğumu gösterdim ve dışarıya fırladım.
Hemen koşarak çocukların yanına sokuldum. Seysenbay çok sevindi. Cebimde olanları hemen aldı. Diğer dört kişi gazeteyi yırtarak tütünü sardılar. Dumanlatmaya başladılar. Bana da çektirdiler. Birkaç defa öksürdüm. Boğazım sıkıştı, nerdeyse öleyazacaktım. İşte o zaman Seysenbay’ın kardeşi Düsenbay’ın vicdanı rahat değildi:
“Barshan daha genç, yapma etme!” dedi.
Ertesi gün Kırgız dede Borandı ilçesinin pazarına giderek tütününü sattı ve kazandığı parasıyla birkaç çuval cin mısır satın almıştı. Dönerken evimize gelip satın aldığı cin mısırından bir tabak bıraktı. Vedalaşırken Ayşe:
“Enişte, sık sık ziyaret edin bizleri, yine bekleriz. Şunlar daha küçük, biz yalnız kaldık.” dedi.
“Kağılayın, Ayşe gelinim, gelirdim ama ihtiyarladım. Gücüm varsa hiç durmam zaten.” dedi Kırgız dede kenarları kızaran gözlerinden yaş akıtarak.
“Medethan’ı görürseniz, yanaklarından öpün.” diye Ayşe ağlamaya başladı.
Kırgız dede eşeğe binerek Manas Dağı’na doğru yöneldi ve gitti.
Ben Medethan’ı görmek istemiştim. Çünkü şu zamanda bana aynen dayanak gibi hissedilmişti. Henüz bir yaşındayken ayrılan akrabamdır. Murtaza’nın kardeşi Emirekul’un bir tek oğlu. Şimdi ise Murtaza da yok, Emirekul da. Benim hayatımda görmediğim Medethan Kırgızistan’da. Kazak çocuğunun Kırgız diyarına gittiği kayıp zaman işte.
Karayolun üzerinde giden siyah gölge, kayboldu.
BİR PAKET CİGARA
Hatırladığım kadarıyla, Kırgız Dede daha önceki eşekle bir kere daha gelmişti. Fakat pazara gitmeden iki çuval tütününü evimizde bırakmıştı.
“Kağılayın, gelin.” dedi Ayşe’ye, “Bu tütün sana emanet. Gücün varsa, yiyeceklere değiştirirsin. İyileşirsem bir daha geldiğimde götürürüm.”
Meğer o zaman hastaymış. İhtiyar adam hastalanırsa, hemen eve dönmek istermiş. Yolculukta şartlar zorlaşırsa, iyi olmaz diyerek tedbirini almak ister sanırım.
Bu sefer kış mevsimi idi. Kırgız dede dağ övecinin aşığını getirmişti. Bildiğimiz dağ keçisinin aşığı idi. İnek aşığı kadar büyük.
“Şunu sana Mamıtbek yeğenin büyük bir selamla gönderdi.” dedi Kırgız dede. Mamıtbek savaşa giden Abdibek’in oğlu, Kırgız dedenin torunu. Alır almaz, hemen aşık oynayan çocukların yanına gittim. O dönemde benim övündüğüm zamanlar çok nadirdi. Gerçekten de öyleydi. Ben büyük çocuklarla kavga eder, her ne kadar dayak yesem de çoğu zaman kazanırdım. İçimden buna övünürdüm. Başka neyim vardı ki. Tabi ki, her gün kavga etmezdim.
Aşık oynayanlar dağ keçisi aşığını gördüklerinde şaşırdılar. Hatta kandırarak almak istediler. Muhtarın oğlu Juankul pide verecekti. Her gün ekmek yediğimizi hatırlamıyorum. Daima pancar pişirir yerdik. Ayşe avuçlarıyla buğdayı alır, kavurur ve üçümüze paylaştırırdı. Hepsini ağıza götürmeden, birer tane kıtırdatarak yerdik. Fakat ekmek kelimesi bile baş döndürücüydü bizim için. Pide ise hazine gibiydi. Anlaşamadık. Sonra başka bir muhtarın çocuğu Tilepaldı diğer çocuklara, hepsi benim gibi aç, ekmek dağıtarak herkesi bana karşı kışkırtarak beni dövmeye kalktılar ve sonunda aşığıma el koydular.
Bunu gören, Allah dilediğini versin, Seysenbay muhtarın çocuğunu tokatlayarak aşığımı geri verdirdi. Dilediği bu muydu bilmem ama askerliğe bir yıl öncesinden gönderilmişti.
1942 yılının Aralık ayı idi. Demir atölyesinin önünde kadın, evlat, ihtiyarlar toplanmıştı. Kar fırtınası vardı. Üşüşerek biz çocuklar da vardık. Meğer dört beş genç delikanlıyı at çeken zankaya bindirerek Borandı’ya götüreceklermiş. Başlarında, özel ata binmiş komutan vardı. Zankada aynı boydan ağabeyim Mahan, babamla beraber otuz yedinci yılda hapsedilen Meldehan’ın oğlu Rasılhan, diğer köyden Beysenbek, okuma yazması olmayan tarım uzmanı ihtiyar Abdukerim’in oğlu Turar, kekeme ihtiyar Alimkul’un oğlu Kuzembay, köyümüzde yeğen olarak bilinen Kemet ve geçen gün aşıkları geri verdiren Seysenbay vardı.
“Seysenbay’ın askerliğe gidecek yaşı doldu mu?” diye millet fısıldaştı. Genç delikanlıların ellerinde bulunan bohçaların içine kimisi buğdayını, kimisi çökeleğini koymuştu.
“Bize bundan sonra devlet bakar, sizin çektiğiniz az mı?” dedi zankadakiler. O zaman Ayşe Seysenbay’ın cebine bir paket cigara soktu.
“Allah yardımcın olsun, sapasağlam dön.” dedi.
“Teşekkür ederim, yenge.” dedi Seysenbay yaşaran gözlerini silerek. Ayşe’nin ona vereceği başka bir şeyi yoktu. Kırgız dedenin tütünü böylece savaş alanına doğru gitti. Yeğen Kemet türkücüydü. Garmon aletiyle iyi türkü söylerdi. Bir iki satırı aklımda kalmış:
Dönmez ya da döner
Milletine aziz er.
Kadınların hepsi çığlık attı. Kemet gerçekten de dönmedi. Çok geçmeden, rüzgâr hızlı esti ve kar fırtınası çıktı. Komutan acele ettirerek gençlere acıyarak ayrılmak istemeyen milleti atıyla itti ve zankaya bağlanan atı kamçılayarak yola koyuldular.
Kurşun gibi fırlayan zankayı beyaz fırtına yuttu.
BATUR BAURCAN
Çok geçmeden köyümüze Baurcan geldi. Baurcan Momışoğlu. Kendisi gelmeden evvel onun şan şöhreti ulaşmıştı. Bizde radyo yoktu. Fakat dokuz ev sahibi Toksanbay oğlundan yalnız kalan Mamıt dedemin evinde gazete vardı. İhtimal, askerliğe giden oğulları Orha ile Noha abone olup gitmişlerdi. “Sosyalist Kazakistan” gazetesinin kitaplaştırılmış mecmuası duvarda asılı idi. Gazetelerden birisinin manşetinde Baurcan’ın resmi vardı. Onu makaslayarak çerçeveletip koymuş. Bizler ufaklıklar, bazen o resme ilgi gösterir bakardık. Orha ile Noha’dan sonraki kardeşleri Korğanbay’ın bizden daha iyi okumuşluğu vardı. O yazıları bize okurdu. Anladığımız kadarıyla: Moskova denen şehri Alman faşistlerden koruyan, can siperane savaşan bizim ağabeyimiz, Momış dedemizin oğlu Baurcan’mış.
Küçücük göğsümüzde gurur hissi kabarıyordu. Biz de çarçabuk büyüyerek askerliğe gidip, düşmanı alt üst edip Baurcan amcamız gibi kahraman olmak istiyorduk. Böylece bahadır amcamızın geliyor olduğu haberini aldık. Hepimiz ihtiyar genç, çoluk çocuk okulun yanına gelerek toplandık. Toplantı yerimiz orasıydı. Köy kulübü o zaman yoktu.
Milletin gözü batı tarafında. Uzaktan, üzerine ak kar örtülmüş ovanın ötesinden kararan Yevgenyevka СКАЧАТЬ