…İmam Alembek Abu’nun21 yanında mürit olmak bana Tanrı’nın bir lütfu idi. Burada ondan Arap ve Fars dillerinde eğitim alıyordum. Abuyev soyadlı öğretmenim yaşı altmışı geçmiş, korkutucu bir Çeçen’di. Evde, mahallede, köyde bir dediği iki olmazdı. Ayakta durduğunda uzun boyu ve geniş sırtı, yakınında durduğumda iri elleri dikkatimden kaçmıyordu. Ders verirken nazik sesi ve sevecen tavrı ile yüreğimi sakinleştiriyordu. Bütün bilimler hakkında geniş bilgiye sahipti o. Beni mürit olarak kabul ettiğinde matematikle ilgili sorular sorup diliyle söylemese de başını sallayarak onaylamıştı. O zaman bana çok garip gelen “Matematik nerede, Arap dili nerede?” sorusuna çok sonraları cevap buldum. Öğretmenim matematiğin bilimlerin şahı, zihnin jimnastiği olduğunu sık sık tekrar ediyordu. Arap harflerinin yapısından sıralanmasına kadar her şeyin anlamını izah etmekten özel olarak zevk alıyordu. Ben ona sadece dede, karısı Ruman22 Hanım’a nine diyordum. Nine bana çoğu zaman sevgi anlamında Osmancan diyordu, dede ise keyifli olduğu zamanlarda Arzu23 diye sesleniyordu. Dede Rus dilini bilir ancak sert Çeçen lehçesi ile konuşurdu. Bu dili asla sevmediğini ilk bakıştan anlamıştım. Nine ise beni anlıyor, istediğimi yerine getiriyor, bir şey söyleyecek veya görev verecek olursa Çeçen dilinde konuşuyor ve işaret diliyle anlatıyordu.
Dedenin atı, hançeri, çifte tüfeği ve kütüphanesi bu evde dokunulmaz olarak sayılıyordu. Köye geldikten bir hafta sonra ciddi bir şekilde hastalandım. Yüksek ateşten neredeyse gözlerimden kıvılcım çıkıyordu. Gözlerimi yumduğum gibi sayıklıyor, yorganı üstüme çekince sanki havuza girmişim gibi oluyordu. Yün döşek ve kalın yorgan altında üşüyor ve titriyordum. Sızlanmam ve iniltim sabaha kadar onların gözlerini yummasına izin vermemişti. Hava kararıp el ayak çekildikten sonra nine bana ilaç vermeye çalıştığında dede ona çok kızdı. Çeçen dilinde neler dediğini anlamadım. Nine ağır adımlarla odanın köşesine gitti, oradaki halıyı kenara çekip bodruma indi. Nine sık sık karışık çiçekleri demleyerek fincanıma dolduruyor, böğürtlen ve kızılcık reçeli yediriyordu. İlk defa o gece üstünde fil şekli olan Hindistan çayını gördüm. Bu çayın farklı bir kokusu vardı. Diğer günler nine bana ve kendine başka, dedeye ise başka çaydanlıkta çay demliyordu. Tadına doyamadığım bu çayı içtiğimde çayın özellikle dede için olduğunu fark ettim. Ayrıca ilk defa tattığım ufak ufak doğranmış şekerin şeffaflığı dikkatimden kaçmadı. Alembek dedenin cüssesine, sert bakışlarına dikkat edince gayriihtiyari olarak çay kutusunun üstündeki fil görüntüsü canlanıyordu. Baba bu yüzden sallana sallana gidiyor, köyde herkes yola çıkıp kıskançlıkla ona bakıyordu.
Ertesi gün sabahın erken saatlerinde dede beni yatağımdan kaldırdı: “Hazırlan, yaylaya gideceğiz.” diyerek ağır adımlarla evden çıktı. Ben bütün kalın kıyafetlerimin üstünden ninenin verdiği, bedenime büyük gelen kürkü giyindim. Avluya çıktığımda dut ağacına bağlanmış iki at gördüm. Dedenin ayı eyerlenmiş, ilk defa gördüğüm kahverengi at ise çıplak idi. Dede o kadar da kalın giyinmemişti. Çiftesini omzundan geçirip fişekliği çapraz bağlanmıştı. Tahminen iki karış olan nakışlı hançeri göbeğinin altından sallanıp geniş kemerini aşağı çekiyordu. O, delikanlı çevikliğiyle atın üstüne sıçrayıp bana kürkü sırtımdan çıkarmamı işaret etti. Eve doğru yürüye yürüye hemen söylediğini yapıp kürksüz daha hafif olduğum için koşa koşa geri döndüm. İlk defa eyersiz ata binecektim. Bu dede açısından önemli bir imtihan sayılıyordu. O, hiçbir söz söylemeden hareketlerimi dikkatle izliyordu. Okulda “eşek” dediğimiz minik hayvana benzeyen spor aletinin üstüne rahatça çıkmam, burada bana yardımcı oldu. Ellerimi atın beline uzattım. Topuklarımı yerden kaldırıp dizlerimi azıcık büktüm. Var gücümle teperek yüz üstü atın sırtına yattım. Tekmem biraz daha güçlü olsa atın üstünden kayıp tepe üstü diğer tarafa düşecektim. At önce homurdandı, yavaşça kişnedi, yarım adım geri çekildi. Dizgin dedenin elinde olduğu için at daha geri gidemiyordu. Onun hareketsizliğinden istifade ederek sağ ayağımı kuyruğunun üstünden geçirdim ve kendimi düzelttim. Bu sırada at başını aşağı eğdi. Yine de sakinliğimi kaybetmeden göğsüne eğilip sol elimle yelesine sıkı sıkıya yapıştım. Bu sırada dede dizginin ipini bıraktı. İlk imtihanımın galibiyeti ağrılarımı unutturmuştu. Bedenimin sıcaklığı hiç aklıma da gelmiyordu. Dedenin bakışlarındaki memnuniyet onun bütün enerjisini bana geçirmişti.
Bir saatten fazla çoğunluğu patika olan yolu gittik. Dede, bindiğim atın dizginine bağlanmış olan uzun ipi bileğini dolayarak ilerliyordu. Sağ elinde de silahını hazır bir şekilde tutmuştu. Sanırım bu yerlerdeki vahşi hayvanların saldırılarından dolayı ihtiyatlı davranıyordu. Atın bedeninden vücuduma nüfuz eden sıcaklık gözlerime kadar vuruyordu. Sıcaklık o kadar hoş bir etki etti ki paçamdan, tahminen dik açı kadar geniş bir şekilde aralanan bacaklarımı dizden büküp ısının kaybolmaması için kısrağın ipek derisini sıkıca bastırdım. Dizgini elime dolayıp biraz gevşek tuttum. Sol elimle atın boynunu tımarlıyor, arada bir tırnaklarımla kalın derisini kaşıyordum. O kadar sevgi gösteriyordum ki çevreden bakan gözümü açtığımdan beri atla temasta olduğumu düşünürdü. Bir hayli gittikten sonra yolun patika kısmı bitti. Şimdi dede silahını omzuna asıp atını benimle yan yana sürüyordu. Dede “Rengin kendine geliyor yavaş yavaş.” diyerek biraz durakladıktan sonra ilave etti:
– Gece fena sayıklıyordun.
– Dede, çok kötü rüyalar görüyordum. Çok da…
Ardından “Korkuyordum.” demekten utanıp sustum.
Dede:
– Uykular üç türlüdür: Allah’tan olan ikaz ve işaretler; nefisten oluşan düş ve bir de şeytanın korkutma ve yoldan çıkartmaları. İnsanın ateşi yükselince kan akışı bozulur. Şeytan da bu fırsattan istifade edip uykuda fitneleri ile insanın misafiri olur24. Hastalıktan uzak durmanın başlıca yolu inanç ve imandır. Bu yüzden de karmakarışık rüya görünce onun etkisinde kalmamak için iyi şeyler hakkında düşünerek kendini her şeyin iyi olacağına inandırmalısın.
Sohbetimiz gittikçe hararetleniyordu. Dede ile yol arkadaşı olmaktan gurur duyuyordum. Yaylada bizi büyük bir coşkuyla karşıladılar desem az gelir. Çadırlar üç dağın arasında yerleşmiş geniş bir yaylada kurulmuştu. Dede, yaşlılarla beraber büyük bir çadıra girerken omzunun üstünden bana doğru eğildi ve “Gününü güzel geçir. Burada özgürsün.” dedi. Yaylada aşağı yukarı benimle yaşıt olan üç oğlanla oynamaya başladık. Ben Çeçen, onlar Rus dili bilmedikleri için işaretle anlaşmaya çalışıyorduk. Ara sıra Tatar Türkçesiyle söylediğim sözleri az da olsa anlıyorlardı. Önce beni yay germeye götürdüler. Sonra güreş başladı. Hedefleri okla isabetli vursam da güreşe katılmadım. СКАЧАТЬ
21
Abu, Çeçen dilinde baba demektir.
22
Ruman, Çeçen dilinde nar anlamında kullanılıyor. Arap dilinde de aynı, muhtemelen Arapçadan Çeçen diline geçmiş.
23
Arzu, Çeçen dilinde kartal anlamındadır.
24
Kur’an-ı Kerim, Yusuf Suresi, 44. Ayet.