GÜN GEÇTİ
Kesinlikle yalan söylemeliydim. Hem de Albina’nın gözlerinin içine baka baka. O gözler ki bebeklerinden ancak ve ancak bana aşk kıvılcımı saçılırdı. Bu yalan senaryosunu Yoldaş Suslov’un koruma müdürü yazmıştı. Ben nasıl mesuliyetli bir işin peşinde olduğumun farkındaydım. Yaklaşık iki aylık bir eğitimden geçip Tahran’a gitmeliydim. Generalin söylediği gibi talimatlara uyarsam hiçbir tehlike olmayacaktı. Bütün riskleri ortadan kaldırmak için bana yardım edeceklerdi. Ancak beni koruyan insanları fark ettiğimde bununla ilgilenmemeli ve fark ettiğim hiçbir nüansa dikkat etmemeliydim. Eğitimlerin nelerden ibaret olduğu hakkında bilgiye de sahip değildim. İlk görev yazı işleri ofisinden ayrılmaktı. Gösterildiği şekilde dilekçe yazıp bu işi beğenmediğimi söyleyecektim. İstediğin yar idi, getirdi Tanrı! Kariyer iddialarım için olmadık yerden kapı açılmıştı. Her şey istediğim şekilde gidiyordu. Sadece Albina ve ninemden ayrılmak konusu dışında. Bir de az evvel ortaya çıkan Vera Marşal meselesi. Albina şimdi olduğu gibi restoranda da yardımıma koştu, “Haydi, bir konuşalım, neler olacak?” sorusunun ardından gülümseyerek devam etti:
– Niye işe gitmeme fırsat vermedin. Bu ay işe üçüncü kez gitmiyorum.
Direk konuya girdim.
– Ben işten çıkıyorum Albina.
O, şaşkınlığını gizlemedi:
– Ne diyorsun? Böyle bir iş bulmanın kolay olduğunu mu sanıyorsun? Yoksa makalenin yayımlanmamasına mı küstün? Ne oldu, anlat bana?
Yalan yalanı doğurur. Oradaki ekibi sevmediğimi söyledikten sonra başka iş bulduğum yönünde yalan söyledim. Senin yayımlanmadı diye küstüğümü düşündüğün makalenin benim için açılmaz kapıları açtığını nasıl söyleyebilirdim. Albina ise hâlen daha beni ikna edeceğini ümit ediyordu. “Eğer bu işi sana Suslov bulmuşsa ona inanma! O, çok kaba ve açgözlü biridir. Senin ise güzel bir geleceğin var.” dediğinde biz restorandan bir hayli uzaklaşıp el ele Novodeviçyi Manastırı’na27 doğru gidiyorduk. Albina beklemediğim bir şekilde eğer yazı işlerinden ayrılırsam kendisinin de işten çıkacağını söyledi. Bu kati kararın alt yapısında onu da kendimle yeni iş yerime götürmem gerektiğini söylüyordu. Dile getirilmeyen bu isteğe cevabım yoktu. Beni Tahran’a gönderiyorlar, diye ona nasıl diyebilirdim? Daha doğrusu Albina’nın bu durumda yazı işleri ofisinde kalması en doğru karar olurdu. O sırada kafamda başka bir yalan devreye girdi. Ondan çok şey değil, bir yıl daha yazı işleri ofisinde kalmasını istedim. Sonra onun daha düzgün bir işe girmesine yardım edeceğim. Ayrılma zamanı gelmişti. Zaman kaybetmeden babamla görüşmeliydim. Vedalaşırken:
– Albina belki sana garip gelecek. Ama üniversitede ilk tanıştığımız gün sabaha kadar uyuyamadım. O gün duvar takviminin28 günlük sayfasını kopardığımda telefonun ilk ortaya çıkışıyla ilgili ilginç bir yazı okumuştum. Allah neden beni Aleksandr Bell29 gibi şanslı yaratmamış, diye üzülüyordum. Eğer telefonu icat etmek bana nasip olsaydı büyük bir memnuniyetle telefonu kulağıma her götürdüğümde “Albin” derdim. Bütün dünyanın telefon konuşmalarında “Alo” değil “Albin” ya da tam olarak “Albina” diyerek karşı tarafın telefonuna cevap verdiğini hayal edebiliyor musun? dedim.
Albina önce sakince bakışlarını gözlerime dikti. Bakışlarımız tavandan sarkan iki lambanın ışıkları gibi birbirine karıştı. Boynuma sarıldı. Saçlarını kokladım. Parfümünden sanki samimiyet kokusu geliyordu. Onun gül parfümünü içime çektiğim zaman fısıltısını işittim: bütün bu dediklerin doğru mu? “Doğru Albina, ben sensiz yaşayamam. Emin ol buna. Ama kariyersiz de yapamam. Başarılı bir kariyer için oradan oraya mücadele ediyorum. Güzel fırsatlar doğdu. Sensiz, hiçbir şey bana başarı getirmeyecek…”
Babamla onun iş yerinde görüştük. Aşağıdan odasına telefon edildiğinde gelmeme şaşırmadı. Her zaman olduğu gibi yine sivil kıyafetliydi. Birlikte yemek yedik. Belli ki bugün binbaşı rütbesi verecekler. Sebebini ne ben sordum ne de o söyledi. Albina’ya olan aşkım, Vera’nın bir anda ortaya çıkması ve hazırlandığım Tahran seyahati kafamı öyle karıştırmıştı ki babamı tebrik etmeyi bile unuttum.
Yolun karşısına geçip küçük bir restoranda köşedeki masada oturduk. İşimle ilgili konuya da o geçti. “Osman sen çok zor, ancak onurlu bir işin peşinden gidiyordun.” dediğinde şaşkınlıkla sordum:
– Nereden biliyorsun?
Sorumdan dolayı yüzü alaycı bir hâl aldı:
– Sovyet devletinde hiçbir şeyin tesadüfen olmadığını bilmiyor musun? Hem de böyle önemli işlerde. Ben inanıyorum ki bu işin üstesinden geleceksin. Ama sana bazı şeyleri söylemek mecburiyetindeyim. Öyle ki bunları hiç kimseden duymayacaksın. Öncelikle bu iş için neden seni seçtiklerini hiç düşündün mü?
Ben dudağımı büküp omzumu kaldırdım. O anda babam kadehi ağzına kadar doldurup kafasına dikti.
– Doğu bilimlerini bitiren o kadar mezun var dilini de tarihini de senden daha mükemmel biliyorlar. Şüphesiz biyolojik yapıları ve genetik kodları sebebiyle senden üstünlerdir.
O, “Bizim kökümüz Tebriz’e dayanıyor.” dediğinde “ohh” diyerek sandalyede kurcalanıb yerimi rahatladım. Kendimi her zaman saf bir Türk olarak görmüştüm. Dar bir çerçevede “Tatar mıyız yoksa Türk mü?” konusunda çok fazla tartışmam olmuştu. Bu konuda tartışmanın çok tehlikeli olduğunu biliyordum, ancak tehlikeyi bilmek ve görmek yakana yapışana kadar insanın üzerinde çok farklı etkilere sahiptir. Benim kariyer yapma isteğim ile Sovyet tarihine dair bildiğim acı gerçekler çok farklıydı. Babam Tebriz kökenli olduğumuzu söylediğinde gayri ihtiyari olarak 1972 yılında Ferah Diba Pehlevi’nin Bakü gezisinde30 “Pravda” gazetesinde yayınlanan resimlerini hatırladım. O sırada onuncu sınıfta okuyordum. Tarih hocam gazeteyi bana gösterip “Bak nasıl benziyorsunuz, sanki aynı çeşmeden su içmişsiniz.” dedi. Kulağım babamda olsa da bütün bunları hatırladım ve “İyi ki Türk kökenliyiz, başka bir soy ile karışmamışız.” diye şükrettim.
Babam sözlerine devam ediyordu:
– Timurlenk Azerbaycan seferinde Tebriz’i kılıçtan geçirip şehri viran etmişti. Taş üstünde taş bırakmamıştı. Bu seferden sonra uzun yıllar Tebriz’e Viranşehir31 de dediler. Semerkant’ın esas mimari binalarını, Tebriz’den esir olarak getirilen ustalar ve sanatçılar inşa ettiler. Timur СКАЧАТЬ
27
Tarihî Preçistenka’nın en sonundaki dini bir yapı olan Bokoroditse-Smolenski Novodeviçi Stavropegial Manastırı Moskova nehrinin kavşağında, Lujniki’nin yakınındadır. Bu manastır 13 Mayıs 1524 tarihinde Büyük Dük III. Vasili tarafından 1514 yılında Smolenskin’in ele geçirilmesinden dolayı şükran ifadesi olarak Meryem Ana’nın Smolensk nişanı “Odigitria” şerefine kurulmuştur.
28
Sovyet Dönemi’nde kitapçık şeklinde derlenen takvimin duvar versiyonunda, sayfaların arkasında o gün dünyada meydana gelen en ilginç tarihî olaylar hakkında bilgiler verilirdi.
29
Telefonda neredeyse her gün kullandığımız “alo” kelimesi aslında Alexander Bell’in kız arkadaşının isminin kısaltmasıdır.
30
İran’ın ilk ve tek imparatoriçesi Ferah Pehlevi şahın hakimiyeti sırasında Azerbaycan Bakü’ye geldi, 1972 yılında Azerbaycan’a davet edilen Şahbanu için burada lüks bir resepsiyon düzenlendi.
31
Dağılmış, harap edilmiş.