Kasetlere bakma işim bittiğinde ben de bitmek üzereydim. Başım ağrıyor, kulaklarım uğulduyor, gözlerim yanıyordu. Bir taraftan fiziki ve zihni yorgunluk diğer yandan ise sahnelerde izlediğim görüntülerin yarattığı karmaşık etkiler birleşince çok bitkin düşmüştüm. Albina’nın sözleriyle söyleyecek olursam beş kasetten beş yılda üniversitede öğrendiklerimden daha çok bilgi edinmiştim. Ninem en az beş kez gelip beni yemeğe çağırmış, her defasında da geliyorum diyerek geri göndermiştim. Açlıktan midem kazınsa da yorgunluktan iştahım kaçmıştı. Mutfağa geçip çay istedim. Ninem hem beni sevdi hem de beni bana şikâyet etti. Konuşa konuşa, şikâyet ede ede önüme demli bir çay ve gül reçeli koydu. Yine gül. Güç bela unutmaya çalıştığım konu yeniden yakaladı beni. Reçel hiç sevmezdim. Kaldı ki gül reçelini seveyim. Gayriihtiyari olarak reçel kabını kaşıkla karıştırmaya başladım. Aradığım gül dikenini bulamayınca reçeli kokladım, sonra işaret parmağımın ucu ile tadına baktım. Mayhoş bir suyu vardı. Dördüncü kasette gördüğüm gül bahçeleri gözlerimin önünde canlandı. Birden aklımdan, insanın sık sık karşılaştığı canlıların mutlaka onun hayatına iyi veya kötü bir şekilde tesir ettiği düşüncesi geçti. İki gündür gülle yatıp gülle kalkıyordum. Şimdi bu esrarengiz tabiat varlığının yaprakları mı yoksa dikeni mi benim kaderime tesir edecekti? Tam o sırada ninem sohbete başladı:
– Osman’ım, sen o kıza sık sık gül al. Kadınlar gülü çok severler. Baban rahmetlik gülün dikenlerinden çok korksa da benim gönlümü almak için sık sık alıp getirirdi. Kendini ne kadar korumak istese de eline batardı dikenler. Ben de alttan altta süzerek zevk alırdım.
– Nine sen de az değilmişsin ha.
– Olsam ne, olmasam ne! Benim helvam çoktan kavrulmuş. Gelinin ayağı bu eve değdiği an yolum açıktır.
– Bak o yüzden de evlenmiyorum ki beni terk etmeyesin.
Ninem uykuya hasret yaşıyordu. Günde beş altı defa oturduğu yerde veya kanepede dayanarak ya da yatağında üstü açık bir şekilde birkaç dakika uyuklamaktan öteye gidemiyordu. Yaşlılığın yarattığı düşkünlük onun vücuduna hâkim olmuştu. Belini zorlukla da olsa doğrultmaya çalıştığı için yürüyüşünde zarafet vardı. Bazen, gerçekten de onu yaşatan şeyin benim için kaygı duyması olduğunu düşünüyordum. Evet, kaygı onun sevgisinden de daha önemliydi. Ama o iradeliydi. Bütün gün meşgul olacak bir şey buluyordu. Çayımın ilk yudumunu aldığımda ninem, Gala Timurovna’nın arkasından atıp tutmaya başladı.
VERA
Ertesi gün evden çok erken çıktım. Uyuduğunu düşünerek Albina’yı şehirden ankesörlü telefonla aramaya karar verim. Suslov’un odasından çıktıktan sonra bana iki adres verilmişti. Onlardan birinde saat 08.00’de olmalıydım. Burada bana üç kitap vereceklerdi. Belirlenen zamanda kitapları aldım ve hemen ankesörlü telefon aramaya başladım. Bu saat telefon açmak için henüz çok erkendi. Ama Albina’nın evden çıkabileceğini düşünerek deyim yerindeyse tan yeri ağarmadan evlerinin numarasını çevirdim. Telefonda “Albina bugün işe gitme!” dedim ve nerede olduğumu sorarken sesinin titrediğini hissettim. Muhtemelen ninesi yattığı için o, yumuşak sesi biraz daha kısıktı. Gayriihtiyari ben de fısıldadım:
– Evde değilim. Ankesörlüden arıyorum.
– Evde olmadığını biliyorum. Ben de işte bundan dolayı endişe ettim. O zaman beş dakikaya yeniden ara!
– İki kepiğim20 yok şimdi. Onu da dilencinin önünden aldım.
Gözlerimin önünde Albina’nın şaşkınlık dolu yüzü canlandığı için açıklama yapmaya başladım:
– Korkma çalmadım, yirmi beş kepik verip karşılığında iki tane on kepik aldım. Onun da birini ankesör yuttu. Son kepikle de seninle konuşuyorum.
Bu sırada odada yüksek sesle konuşan bir kadın sesi işittim. Gala Timurova’nın sesi olmadığını hemen anladım. Bu saatte onlarda yabancı biri olmamalıydı. Albina olan biteni anlatıp bu meseleye açıklık getirse de endişemi daha da artırdı. Sabaha yakın ninesinin durumunun kötüleştiğini söyledi. O da önce bizi aramış. Ninemin de yardım girişimleri başarısız olunca beşinci kattaki hemşireyi çağırmışlar. Telefonun diğer tarafından işittiğim kadın sesi oymuş. Albina ninesinin şimdi kendini iyi hissettiğini, iki üç saat süren huzursuzluğun geride kaldığını söyledi, ama sesindeki titremeyi gizleyemedi.
Kısacası yerleştiği adresi söyleyip ardından “Akşama kadar da olsa burada bekleyeceğim, gel!” dedim. Ardından “Nine ve torun” diye çabucak cevap verdim ki belki keyfi yerine gelir. Ama konuşmamız bitmişti. Sinyallerden hattın kesildiğini anlayıp ahizeyi yerine koydum. Albina’nın ne zaman geleceği belli değildi. Onu yerleştiğim yerde beklemek o kadar da kolay olmayacaktı. Çünkü huzursuz düşünceler heyecanımı artırmaktaydı. Telefon kulübesinden çıkıp birkaç metre ötede sağ ayağımı alçak demir çitin üzerine dayayıp durdum. Nereden olursa olsun yine para bulup telefon etme düşüncesindeydim. Karşımda çift yönlü bir otoyol vardı. Sarı renkli taksiden inen kız dikkatimi o kadar çekti ki farkında olmadan yola doğru yürüdüm. Vücuduma garip bir sıcaklık geldi. Sanki soğuk havada üşüyüp sonra kaynar suyla duş altına girmiştim. Bir anda kendimi fırtınalı denizin koynunda hayat mücadelesi veren çaresiz biri gibi hissettim. Ayaklarımdan gelen sıcaklık tüm vücudumu titretmişti. Kalbimde oluşan sevinç hissi ile beynimdeki korku dolu heyecan birbirine karıştıkça bedenim daha da yanıyordu. Onu yıllardır arıyordum. Uykusuz gecelerim, iştahsız günlerim, geçiş dönemimin bütün huzursuzlukları onu bulamayışımla alakalıydı. Şimdi hiçbir zaman aklımdan çıkmayan, dilimden düşmeyen Vera, yolun karşı tarafından bana doğru geliyordu.
…Ben orta okul hayatımın çoğunu Kazan’da geçirmiştim. Sekizinci sınıfta okurken sınıfımıza iki kız geldi. Onları müdür şahsen getirip takdim etti. Kazan’ın merkezindeki bir yatılı okulda yangın çıktığı anlaşıldı. Bu yatılı okulda yetim çocuklar yaşıyor ve eğitim alıyorlardı. Şimdi çocukları yeni bir yatılı okula yerleştirene kadar okullara geçici olarak dağıtmışlardı ki derslerinden geri kalmasınlar. Öğretmenlerden biri, bu kızları iki ay boyunca kendi evinde barındırmayı kabul etmişti. Müdür benim sıra arkadaşımı arka sıraya geçirip kızlardan birini yanıma oturttu. Kız oturmadan elini bana uzattığında hemen ayağa kalkıp rahat bir tavır almam sınıftaki herkesin gülmesine sebep oldu. Ama biz utanmadık. Yeni sıra arkadaşımın çok nadir rastlanan bir soyadı vardı: Marşal. Vera’ya sınıfta ya Ver ya da Marş diye sesleniyorduk. Marş dememiz daha çok hoşuna gidiyordu. Onunla ilişkimizin şaka aşaması “Ne zaman başkomutan olacaksın?” sorusu ile başladı. Soğukkanlılıkla “Ben gerçekten de general olmak istiyorum.” diyerek her iki elinin baş ve işaret parmakları ile dairesel СКАЧАТЬ
20
Sovyet Dönemi’nde sokak ve meydanlara koyulan ankesörlü telefonlar iki kepiklik madeni para ile çalışıyordu. Boyutu uygun olduğu için on kepik de atılabiliyordu.