Can Pazarı. Hüseyin Rahmi Gürpınar
Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Can Pazarı - Hüseyin Rahmi Gürpınar страница 22

Название: Can Pazarı

Автор: Hüseyin Rahmi Gürpınar

Издательство: Elips Kitap

Жанр:

Серия:

isbn: 978-625-6485-99-0

isbn:

СКАЧАТЬ kardeşim var. Üçümüz de evin dışında çalışırız. Anam yaşına uygun gelen sanatı yapar. Kız kardeşim güzelcedir, aç kalmaz.”

      “Sıhhatin nasıl?”

      “Domuz gibi her cefaya dayanır.”

      “Gözlerin?”

      “Gece karanlığında sansar gibi görür.”

      “Kulakların?”

      “Yastığımda pire gezindiğini duyarım.”

      “Çevikliğin?”

      “Maymun gibi düz duvara çıkarım.”

      “Nasıl yaşamak istersin?”

      “Zenginin kasasından…”

      “Pek gençsin, sevdaya ateşin nasıl?”

      “Naza, kendini satmaya gelmem. Mart kedileri gibi nöbet beklemem. Parasız elime ne geçerse eyvallah, tığlar gönlümü hoş ederim.”

      “Aziz…”

      “Efendimin efendisi…”

      “Belki sen şimdi içinden dersin ki…”

      “Ne derim?”

      “Bu herifler ne ahmak şeyler, kahvede ilk rastladıkları benim gibi bir kopuğa açıldılar. Şimdi şurada, iki adım ötede polisin kulağına bu işi fısıldayıversem bunların üçünü de deliğe tıkarlar. Aziz, sen bizim tırnağımızın altında bir pire gibisin. Nasıl can verdiğini kendin bile duymazsın.”

      “Malum ağabey, malum… Bu işin bir ‘can pazarı’ olduğunu biliyorum. Size sadakat göstersem hükûmete hainlik etmiş olurum. Hükûmete sadakat göstersem sizi ele vermiş olurum. Hangi tarafa kımıldasam ceza var. Ölüm var. İnsan, kendisini şeytana sattıktan sonra artık şeytan kalmalıdır. Polise niçin haber vereceğim? Sadakatimi beğenip de beni nefer kaydetsinler diye mi? Biz de polis yazılırsak zabıta kiminle uğraşacak? Kimi kovalayacak? Kimi deliğe tıkacak? Hapisanede kimleri oturtacak? Hasılı polisin, jandarmanın vücuduna ne ihtiyaç kalacak? Dünyada namuslu adam o kadar çok ki bu mübarek şeyin adam başına bölüşülmesinde artık kıtlık görünmeye başlandı. Bazılarına pek az pay düşüyor, bazılarına da hiç… Şimdi bana: ‘Aç oturan bir namuslu mu olmak istersin? Yoksa akşam sabah külbastı, tavuk yiyen, şampanya içen bir namussuz mu?’ diye sorsalar ben bu sual karşısında rahat rahat gülerim, tatlı tatlı öksürürüm. Çünkü buna cevap vermek için istihareye yatmaya lüzum yok. Ah, fakat ne yapayım ki uluorta böyle bir sual soran yok. Sorulsa dünyanın hâlini siz o zaman görürdünüz.”

      Aziz’in bu küçük nutku alkışlandı. Dördü, sarmaş dolaş koklaştılar. Güreşten sonra tartışan pehlivanlar gibi birbirini belden kaldırdılar.

      12

      Eşkıyalık defterine bir gönüllü daha yazdıktan sonra Veysi, Muhsin’e dönerek: “Biz seni yakalanmış diye duyduk.”

      “Enayi miyim ben böyle sermayesiz kâr bırakan bir dalaverenin ilk adımında tutulayım?”

      “Haberin var mı? Patlıcan Ahmet’i pençelemişler.”

      “Malumatın âlâsı bende. Herifi iki polisin ortasında imambayıldı gibi giderken gördüm.”

      “Nasıl yakalanmış?”

      “Şaşılacak şey… Ne cesaret… Kefiyenin altında kendisine İstanbul’a yeni gelmiş bir hacı süsü vererek bir ikinci tavcılık daha yaparken tutulmuş.”

      “Yavuzlar Çetesi’nden bir delikanlının da tutulduğunu söylüyorlar ki biz seni sandık.”

      “İşte buna sizden ziyade ben şaştım. Çünkü tutulanı ben de sizin ikinizden biri sanmıştım. Yavuzlar Çetesi’nden birinin yakalanmış olduğu çarşıya yayıldı. Yavuzlar Çetesi! Aman ya Rabbi, şuradan üç mahalle aşağıda kendi kendimize uydurmuş olduğumuz koftiden bir isim. Ne çabuk ortalığa korku salmaya başladı! Besbelli Patlıcan Ahmet bunu polislere söyledi. Tahkikata başladılar. Ağızdan ağıza dolandı gitti. Yarın gazeteler yazacak. Bütün muharrirler bu isim üzerine kafalarındakini boşaltacaklar. Okurken sana da bana da ürküntü gelecek. Fakat buralarda durmak bizim için iyi değil… Hemen fertiği çekelim. Bir kaçak silah deposu haber aldım, gidelim, bu yeni sanatımız için lazım olan takımı düzelim. Anlıyorum, yeni kurulan her türlü millî şirketlerden, sermaye sahiplerinden ziyade iş göreceğiz. Öyle bir dalavere ki nizamnamesi yok, vergisi yok, sigortası yok. Bugün vurur bugün yeriz, yarına Allah kerim…”

      Dört arkadaş Mercan Yokuşu’ndan Eminönü’ne vurdular. Sokakları dolduran bütün insanları ahmak, çelimsiz birer haraca adamı görüyorlar, bankaların önünden geçerken birbirlerini dürterek, “Bu kâgir duvarlar, bu demir kapılar, içerideki kalın kasalar birkaç gün sonra bize birer mukavva parçası gibi teslim olacaklar.” fısıltılarıyla gülüşüyorlardı.

      Galata’ya geçtiler. Muhsin, arkadaşlarını rıhtımın arkasında geniş fakat pis, ayaktakımına mahsus bir birahaneye bırakarak: “Benim yalnız gitmem lazım. Siz burada bekleyiniz. Fakat ne olur ne olmaz çok içmeyiniz. Hırlı hırsız bu tarafın bütün sabıkalıları buraya toplanırlar. Polis hafiyeleri de vardır. Burası bizim için bir mektep gibidir, etrafınızda olup bitenlere iyi dikkat ediniz.”

      Muhsin, rıhtımın arkasındaki o kömür tozlu, katranlı, çamurlu, yağlı, yazın en kurak günlerinde bile kurumayan cıvık, balçık sokaklarda dolaşarak bir yer arıyordu.

      Nihayet buldu: 32 numaralı Avrupa Hanı… Geniş bir kapıdan içeri girdi. Burası iki tarafında mağazalar bulunan boş bir sokağa benziyordu. Soldan saptı. Üçüncü mağazanın önünde durdu. İçerisi halatlar, kıtıklar, ziftler, benzin galonları, kezzap damacanaları vesaire ile doluydu. Tezgâhta duran iri yarı bir delikanlıya sordu:

      “Kastro Munhaym?”

      Tezgâhtar, mağazanın ilerisini gösterdi. Muhsin yürüdü. Tepe camından aydınlık alan son kısma kadar gitti. Köşede iki metre küp camekânın içinde, Avusturya Yahudi’sine benzer, defterlerle uğraşan kırmızı sakallı, gözlüklü birini gördü.

      Camekânın kapısını itti. Kopan ufak gıcırtı üzerine sakallı adam bir kafes içindeki kuş gibi başını kaldırdı. İri tekerlek camlı gözlüğünün altından parlayan keskin gözleriyle gelen adama baktı. Bu bakışta biraz yüz vermeyen “Ne istiyorsun?” suali vardı.

      Muhsin içeri adımını attı. Bu kafeste sessiz oturan adama doğru eğilerek gizli bir tavırla: “Baron Aynacıyan Armanak tarafından geliyorum.”

      Bu isim, gözlüklünün bakışındaki sertliği biraz dağıtarak Avusturyalı şiveyle: “Ne istiyoğsunuz?”

      Muhsin, azıcık daha eğilerek: “Silah.”

      “Ne silah?”

      “Revolver.”

      “Markanız var mı?”

      “Markam СКАЧАТЬ