Can Pazarı. Hüseyin Rahmi Gürpınar
Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Can Pazarı - Hüseyin Rahmi Gürpınar страница 25

Название: Can Pazarı

Автор: Hüseyin Rahmi Gürpınar

Издательство: Elips Kitap

Жанр:

Серия:

isbn: 978-625-6485-99-0

isbn:

СКАЧАТЬ okuyoruz: ‘Silahlı dört kişi filan yerdeki bakkal Panço’nun dükkânına giderek tehditle üç bin lira isterler, verecek o kadar parası olmadığını söyleyen bakkalı yaralayarak ölü bir hâlde orada yere serip savuşurlar.’ İşte bu basbayağı, kötü, hayvanca, çirkin bir haydutluk. Biz böyle bakkala çakkala tenezzül etmeyelim. Çoğu kendi yağıyla kavrulan esnafa el uzatmayalım. Cemiyetin zavallı insanlarını soyanları soyalım. Bakınız ilk vurgunumuz nasıl oldu! Biz tavcılardan yarı yarıya pay aldık. Ellerinden hepsini kapıp savuşabilirdik. Lakin onlara da bıraktık. Emeklerinin hakkını tanıdık. Bu centilmence bir çarpış oldu. Onlardan tavcılıklarının vergisini almış olduk.”

      Muhsin: “Günahlarının cezasını verdik.”

      Maşuk: “Yahut günahlarının yarısını üzerimize aldık, ahiretteki azaplarını hafiflettik.”

      Aziz: “Ah, ben bu yağlı vurguna yetişeydim mantarcıların bütün günahlarını yüklenmeye razı idim. Cehenneme bedel kabul etseler ben zengin bir günahkâr ile pazarlığa girişirdim.”

      Maşuk: “Ulan Aziz, başkasının günahına bedel senin kendi günahının olmaması lazım gelir.”

      Aziz, “Bu ahiret alışverişinde ben çok para alırsam kendim için de ayrıca bedel verir cehennemden korunurum. Ben bir çocuk kadar suçsuzum. Daha dünkü cennet kuşuyum. Çaldımsa ancak karın doyuracak kadar çaldım. On para artırıp kasaya kilitleyemedim. İhtiyaçlarından yüz misli, bin misli, on bin misli daha ziyade aşırıp da âlemin rızkını bankalara hapsedenler düşünsünler. Mezarda Münkir Nekir gelirse yalnız şu arkamdaki yırtık partal elbiselerin sual cevabını vereceğim. Başka dünya malı tutmam. Bu iki melek ipek çorabından pırlanta kravat iğnesine kadar bilmem kaç yüz liraya giyinen şıkları bırakıp da benim şu kopuk kıyafetimle uğraşmak tenezzülünde bulunursa çok şaşarım.” dedi. Kadehini doldurdu.

      Veysi: “Ulan Aziz, sen mideni çok ateşleme, attıkça zevzek oluyorsun.”

      Aziz: “Ne yapayım ağabeyciğim, bu akşam benim için hayatımda pek az rastladığım bir düğün, bir bayram ziyafetidir. Bu rakıların, bu mezelerin karşısında da düşünmeye varmış bir derviş gibi susulmaz ya… İçimden gelen narayı zor tutuyorum.”

      Veysi: “Sakın ha… Sonra işi falso edersin…”

      Aziz: “Yüreğimden doğuyor. Rakı çingene körüğü gibi beynime üfürüp içinden bir şeyler taşırıyor. Eğer mektepleri yalnız dışlarından görmeye idim, akıl irfan öğrenmek için şapka giyilen memleketlere gideydim belki şair olurdum, belki muharrir, edip, profesör, konferansçı, işte öyle bir şeyler olurdum. O zaman sarhoş olup boyuna saçmaladıkça sözlerimde herkes derin manalar, hikmetler arardı. Ah zavallı ben, sefalet fideliğinde yetiştim. Bir insan aç kalmayınca, midesinin boşluğundan mortoyu çekmemek için öteberi aşırmadıkça, çaldığını cebine sokarken yakalanıp da karnından evvel vücudu şişinceye kadar marizlenmedikçe hayatı anlayamaz. Böyle yetişmiş yedi yaşında bir çocuk nimetler içinde ihtiyarlamış yetmiş yaşındaki bir moruktan daha bilgili, daha yaşlı demektir.”

      Veysi: “Aziz çenen pırtı. Onda bir, mola ver. Bak insanın bir ağzı var iki kulağı… Söylemekten çok dinlemek lazım olduğu bundan anlaşılıyor. Frenkler cilt cilt her tarafa hikmet satarlar. Onlara göre laf gümüş, susmak altınmış. Asri hikmet öğrenmek için arada bir gazete oku.”

      Aziz: “Kahvede gazeteler boş kaldıkça ‘kef esa ki pösteki’ diye ben de şavullarım. Paris’te, Londra’da, Amerika’da en ziyade laf söyleyenler susmak altındır diyen koca şapkalıların oğullarıdır. Konferansçılık illeti bize Frenklerden geçmedi mi? Herkesten yüksek bir yerde oturup üç saat ha dırlan ha, ha dırlan ha… Bu konferans çene oyununu çıkaranlar susmak altındır diyenler değil mi? Susmak altın, laf gümüş ise konferans da mutlaka bakırdır. Venizelos’un sözleri paslı tenekedir, Konstantin’in İzmir’deki nutukları çürük hırdavattır. Lloyd George köyde bir Protestan papazının oğlu imiş. Bu papaz oğlunun kasabasında yalın ayak gezdiğini yeminle anlatıyorlar. Verdiği nutukların bütün madenlerden aşağı birer kofti oldukları şimdi anlaşıldı. Aman bu Frenkler her yerde ‘hürriyet, medeniyet, müsavat’ ilan ederler. Çıkarlarına birazcık dokunur bir söz söyle de bak sana ne yaparlar?”

      Muhsin: “Aziz oğlum politikaya girme.”

      Aziz: “Politikanın en ateşli laf ocakları mahalle kahveleri, meyhanelerdir. Büyük devlet diplomatlarından yüz kişinin halledemediklerini bir fincan kahve, iki cigara yahut dört kadeh rakıdan sonra berikiler çarçabuk faslediverirler.46 Bazı bazı bu kahve, meyhane diplomatlarının arasında da cıngar çıkar. Her biri memleketin kurtuluşunu başka türlü düşünür. İşte buna ‘fırka kavgası’ derler. Allah seni beni belasından saklasın, illetlerin hiç ilacı olmayan en belalısıdır. Tehlikeli zamanda siner, havasını buldu teper, pupasına kabarır.”

      14

      Kendisini dinleyenin olup olmadığına pek aldırmayan Aziz coşuyor, onu bazı yumuşak, bazı da sertçe sözlerle susturmaya uğraşıyorlardı. Oğlancağızın sarhoşken yazdıklarını hayranlıkla okutmanın, söylediklerini şaşırtarak dinletmenin ancak büyük edip ve şairlere mahsus olduğu yolundaki yumurtladıkları yabana atılacak sözlerden değildi.

      Veysi parmağını dudağına götürdü. Arkadaşlarına susma işareti vererek: “Rakı insanın zihnini cilalar, abuk sabuk söyletir. Hepinizi kendi vurgunculuk dalaveremizden başka söz söylemek zevzekliğinden menederim. İşimize bakalım.”

      Muhsin: “Haklı söylüyor.”

      Maşuk: “Ben de hak veririm.”

      Aziz: “İki kadeh daha çekersem dayanamam. Lafın gümrüğünü verir yine söylerim.”

      Veysi: “Ben senin lakırtı deliğini tıkamanın yolunu bilirim.”

      Aziz: “Vurgunculuk dalaveremize dair çok söyleyeceklerim var.”

      Veysi: “Sana da söz sırası gelecek, nöbetini beklersin.”

      Aziz: “Hiç şimdiye kadar böyle lakırtı yasağına uğradığımı bilmiyorum. İçinde laf birikince insan acaba neresinden çatlar? Bunu anlamak için susacağım.”

      Veysi: “Sen böyle laf sıtmasında sürüp gidersen ben senin nerenden çatlayacağını beklemem, bir yumrukta kaburganı deşerim, ne derdin varsa ortaya dökülür, kurtulursun.”

      Muhsin: “Veysi sen sözünü tamamla. O istediği kadar dırlansın. Aziz kulağa söylemiyor, havaya söylüyor. Zevzekler, dinletmek için söylemezler, çenelerinin zevki için söylerler. Boş odada kendi kendisiyle konuşanları bilmez misin?”

      Veysi: “Birinci vurgunda tavcıları sızdırdık. Bundan pişman değiliz.”

      Maşuk: “Asla…”

      Muhsin: “Hiç…”

      Aziz: “Pay almadığım için bana söz düşmez.”

      Muhsin: “İkinci vurgunu ben tek başıma yaptım. Bir kaçakçı mağazasından silah kaldırdım. Avrupa Hanı’nda markayı СКАЧАТЬ



<p>46</p>

Fasletmek: Çözmek, sonuçlandırmak. (e.n.)