Olenin bu görüntüden daha da çarpıldı. Sağlam yürüyüşü, beyaz atkısının altından çıkan parlak ve ürkek gözleriyle bu yosma dilber onu allak bullak etmişti. İçinden “Aradığım mutlaka budur!” dedi ve artık kafasında, bulacağı konuttan çok genç kızla uğraşarak Vaniyuşa’nın yanına geldi. Vaniyuşa’nın öfkesi yatışmış gibiydi. Bagajlarla uğraşırken “Hepsi böyle!” dedi. “Bu da öbürleri kadar vahşi!”
Sonra da sesli sesli gülerek ekledi:
“Tam bir step kısrağı!”
Akşama doğru balıktan dönen ev sahibi, bu gelenlerin para vereceklerini anlayınca karısını yatıştırdı ve Vaniyuşa’nın tekliflerini kabul etti.
Bu yeni eve yerleştiler. Ev sahipleri ısıtılan bölüme geçtiler. Ocak-sız, soğuk odayı da üç lira aylıkla gelenlere bıraktılar.
Karnını doyurdu Olenin, uzandı ve uzun süre uyudu. Uyandığında akşam olmuştu. Kalktı. Elini yüzünü yıkadı, temizlendi. Akşam yemeğini yedi ve bir sigara tellendirerek sokağa bakan pencerenin yanına oturdu. Günün sıcaklığı geçmişti. Küçücük evin oymalı çatısıyla birlikte mavi ve eğik gölgesi, karşıki evin aşağısında kırılıncaya kadar tozlu sokağın üstünde uzanıp gidiyordu. Kulübenin sazlardan yapılmış sivri damı, ömürsüz güneşin son yaldızlarıyla parlamaktaydı. Hava enikonu serinlemişti. Köyün her yanında bir sessizlik vardı. Askerler yerleşmiş, didinmeleri bitmişti. Sürüler henüz gelmemiş ve yerliler işten dönmemişlerdi.
Olenin’in bir odasını kiraladığı bu kulübe, köyün en ücra bir köşesindeydi. Vakit vakit uzaklardan, Terek Nehri’nin öbür kıyısından ve dolanıp geldiği yaylalardan boğuk silah sesleri gelirdi. Şu üç aylık askerî göçebe hayatından pek hoşnuttu. Yıkandıkça yüzüne bir canlılık geldiğini anlıyordu. Kamp hayatında pek temizlik yapılamadığı hâlde, Olenin, sağlam vücudun daha temiz, dinlenen bütün organlarının güçlü ve rahat olduğunu görüyordu. Ahlak ve morali de aşınıp tazelenmiş gibiydi. Yaptığı seferleri, geçirdiği tehlikeleri gözünün önüne getirdi. Kendi kendine, namusluca davrandığını ve bu işte başkalarından hiç de daha kötü olmadığını düşündü. Onu kahraman Kafkas üyeliğine kabul etmişlerdi. Moskova anıları kim bilir nerede kalmış, unutulup gitmişti. Eski varlığı silinmiş, onun yerine yeni bir varlık, büsbütün başka bir varlık canlanmıştı. Bu yeni varlık, günahsız bir varlık olacaktı artık. Bu yeni insanlar arasında yeni bir insan olacak ve kendisine karşı eski saygısını yeniden elde edecekti. Küçük yaştakilere özgü o sebepsiz sevinci şimdi içinde bulurken kâh evin gölgesinde topaç çeviren çocuklara bakıyor kâh içeride her şeyi düzeninde görerek yabancısı olduğu bu Kazak topraklarında ne hoş bir hayat süreceğini düşünüyordu. Gözlerini dağlara, gökyüzüne çevirdiğinde bütün düş ve anılarına hükmeden vakar ve yücelikle dolu bir tabiatın karşısında siniyordu. Yeni başlamakta olan bu hayat, Moskova’dan ayrılırken tasarladığı hayata uymuyordu. Onun bu kadar güzel olabileceğini ummamıştı. Bütün düşüncelerinin, bütün duygularının ekseni ulu dağlardı, hep o dağlardı şimdi.
Tüfeği omuzunda kemerinde birkaç sülün asılı bir ihtiyar avdan dönmekteydi. Topaç çeviren çocuklar oyunu bırakıp ihtiyarı kızdırmak için takılmaya başladılar:
“Eroşka Dayı! Eroşka Dayı! Avucunu yala, avucunu yala!..”
Eroşka kızdığını belli etmeyip cevap yetiştirirken bir yandan da sokağın iki tarafındaki kulübelerin pencerelerini gözetliyordu.
Olenin, bu çapkın yaramazların ihtiyar avcıya karşı davranışlarına bakarak şaştı. Ama daha çok Eroşka Dayı dedikleri bu ihtiyarın zeki ve anlamlı yüzü ile güçlü kuvvetli görünen yapısı dikkatini çekti. İhtiyara seslendi:
“Hey!.. Kazak! Babalık! Şu yana geliver hele!”
Pencereye döndü ve durdu ihtiyar. Saçları dipten kesik olduğundan dazlak görünen başını açarak “Günaydın delikanlım!” dedi.
“Günaydın, yiğidim! Bu çapkınlar senden ne istiyorlar?”
Eroşka Dayı pencereye yaklaştı.
“Ne isteyecekler, kızdırmak istiyorlar beni. Kurt kocayınca köpeklere maskara olmaz mı? Ama ziyanı yok, onların takılması hoşuma gidiyor. Varsın Eroşka Dayı onları eğlendirsin!”
Yaşlı ve saygıdeğer kimselere has bir tonda ve tam bir ahenkle söylüyordu bunları. Sonunda sordu:
“Bu askerlerin başısın sen, öyle değil mi?”
“Hayır, sadece bir Junker’im. Bu sülünleri nerede vurdun?”
“Ormanda vurdum bu tavuğu. Görmek ister misin?”
Arkasını döndü ihtiyar; üç sülün, başlarından kemerine asılmış, sallanıyordu. İhtiyarın ceketi kana bulanmıştı. Yüzünü dönüp söze devam etti:
“Sülün görmedin mi sen? İstersen al, şu bir çifti sana vereyim.”
Ve sülünlerin ikisini pencereden uzatırken sordu:
“Eh, sen? Avcı mısın sen de?”
“Ona ne şüphe, sefer sırasında, dört tane de ben vurduydum.”
“Dört tane ha!.. Fena sayılmaz!..”
Alay eder gibiydi biraz.
Yeniden sordu:
“İçki kullanır mısın? Mesela bir bardak şarap?”
“Neden içmeyecekmişim? Hayır demem buna.”
“Görüyorum ki hovarda bir delikanlısın sen. Biz seninle kunak5 olacağız anlaşılan.”
“Gel, gel hele, bir tek atalım.”
“Fena olmaz, geliyorum. Alsana sülünleri!”
Olenin’den hoşlanmıştı ihtiyar. Yüzünden belliydi. Delikanlı ile birlikte oldukça beleşten şaraba konacağını anlamıştı. Bunun karşılığında sülün feda edilebilirdi.
Eroşka’nın sağlam yapısı, çok geçmeden kulübenin kapısında belirdi. Olenin, ancak o zaman bu dev yapılı ve güçlü kuvvetli adam hakkında bir fikir edinebildi. Kırmızı-esmer bir yüz; beyaz, süpürge gibi bir sakal… Bir sakal, bir yüz ki, çalışmayla geçen ilerlemiş bir yaşın derin izlerini taşıyor. Bacak, kol, omuz adaleleri, ancak delikanlılarda görülecek kadar sağlam ve yuvarlaktı. Kısa kesilmiş saçlarının dibinde derin yara izleri var. Kalın ve adaleli boynu bir boğa gerdanı gibi katmerli. Nasırlı elleri yara bere ve tırmık içinde. Çevik ve rahat bir adımla kapının eşiğini geçti. Tüfeğini bir köşeye bıraktı. Odadaki eşyaya çabuk ve bilgili bir göz attı, ayaklarında sandallar, hiç gürültü çıkarmadan ilerledi. İçeri girmesiyle keskin bir koku yayıldı odaya! СКАЧАТЬ
5
Kunak: Arkadaş. (e.n.)