Bulgur çorbasının piştiği yer, erlerin, çevresinde dolandıkları en sevgili yerdir. Kalabalık bir piyade topluluğu, oracıkta, ağızlarında pipoları kâh kazanlardan usul usul çıkıp yükseklerde beyaz bir bulut hâlinde yayılan dumanları gözleriyle izliyor kâh ordugâhta yakılan ve alevleri berrak havada bir cam parıltısıyla titreyen ateşleri seyre dalıyor kâh da âdetleri hiç de Ruslarınkine benzemeyen kadınlı erkekli yerli halkın gelenek ve göreneklerine gülüp işi alaya döküyorlardı.
Avlular hep askerle dolu. Bir yandan onların gülüşmeleri, bir yandan da evlerini onlara karşı koruyan, su, kap kacak vermek istemeyen kadınların keskin ve öfkeli çığlıkları duyuluyor. Aralarına sokulan kızlı oğlanlı çocuklar, hiç görmedikleri bu askerlerin neler yaptıklarına şaşkın ve korkulu bakıyor ve uzun mesafelere kadar gözleri onlara takılıp kalıyor. Yaşlı adamlar kulübelerden çıkıp üzüntülü ve sessiz, evlerinin içine bakan toprak setlere oturuyor, bütün bu hareketleri, sabır ve tevekkül içinde gözetliyor ve bu gidişle daha neler olacağını hiç düşünmek istemiyorlardı.
Üç ay önce Kafkas alayına junker yazılmış olan Olenin, köyün en güzel evlerinden birine, yani İlya Vasilyeviç’in, daha doğrusu Nita ninenin evine yerleşmişti.
Üzerindeki Çerkez kıyafetiyle bir kabardey atına binmiş, beş saat süren bir yürüyüşten sonra, hoşnut bir hâlde, avluya girdiğinde Vaniyuşa heyecanla sordu efendisine:
“Dimitriy Andreyeviç, hâlimiz ne olacak bu gidişle?”
Olenin, eliyle atının gerdanını okşarken neşeli bir bakışla baktı uşağına: Vaniyuşa, kan ter içinde, saçları dimdik, perişan, taşıdığı bagajları açıp içindekileri çıkarmaktaydı.
“Ne var, İvan Vasilyeviç?” diye sordu.
Bambaşka bir adam kılığına bürünmüştü Olenin. Traşlı hafif bir bıyık ve ufaktan bir sakal bırakmıştı. Uykusuz geçen gece âlemlerinin verdiği yorgunluk ve solgunluk kaybolmuştu; yanakları, alnı, boynu, sağlığının adamakıllı yerinde olduğunu gösteren güneş yanığı bir renk almıştı. O tertemiz ve yepyeni siyah frak yerine, geniş pileli, kirli beyaz bir Çerkez bluzu giymiş ve silahlanmıştı. Koladan yeni gelmiş beyaz yaka yerine, şimdi güneşten yanmış boynunu, Çerkez bluzunun kırmızı ipek yakası çevirmişti. Ama bu Çerkez kılığını pek de becerememişti. Görenler, onun bir Kafkas Kazağı değil de bir Rus olduğunu anlardı. Bir bakıma öyleydi ama bir bakıma değil. Bununla birlikte, sağlığı ve neşesi yüzünden fışkırıyor, kendinden hoşnut olduğu görülüyordu.
Vaniyuşa söze devam etti:
“İnanmıyor musunuz? Ama bir kerecik de kendiniz gidip bu adamla konuşun bakalım. Geçemezsiniz aralarından, yol vermezler. Onlara tek laf ettirmenin imkânı da yoktur.”
Vaniyuşa, bunları söylerken elindeki kovayı öfkeyle kapının eşiğine fırlattı.
“Köyün muhtarını bulup anlatman gerekmez miydi?”
“Ne bileyim ben?”
Uşak, bu cevabı hiddetle vermişti. Olenin onu süzdü:
“Sen neye kızıyorsun bu kadar?”
“Hepsinin canı cehenneme! Tuu! Allah kahretsin. Başımız dertte bunlarla! Evin büyüğü kim belli değil. Sordun muydu, balığa gitti derler. Evin kocakarısı tam bir cadı! Tanrı, cümlemizi şerrinden koruya! Nasıl yaşayacağız burada! Bunu anlamıyorum. Gerçekten söylüyorum, Tatarlardan da beter bunlar. Bir de kendilerini adam sayıp Hristiyanlıktan dem vuruyorlar. Ne kadar da uzak! Tatar olaydılar keşke. Bin kere iyiydi. ‘Balığa!’ Rica ederim hangi balığa, sorarım size!”
Uşak, bunu söyledikten sonra, sözü sona erdirmek ister gibi arkasını döndü.
Olenin, atının üzerinde, işi şakaya vurdu:
“Ne sandın ya! Kendini Rusya’da, kendi evimizde mi sandın?”
Vaniyuşa, bu yeni yaşayışın kendisine verdiği titizliği yenmeye çalışarak tevekkülle “Hiç olmazsa ata acıyın efendim.” dedi.
Olenin, attan inmek üzere eyere el attı:
“Demek Tatarlar bunlardan daha iyi. Öyle mi Vaniyuşa?”
“Siz eğlenmek istiyorsunuz!” Öfkesi üzerindeydi. “Eğlenin bakalım!”
“Sinirlenme İvan Vasiliç.” Gülüyordu. “Biraz sabret. Ben gerekenlerle konuşurum, her iş yoluna girer. Sen üzülme, keyfine bak!”
Vaniyuşa cevap vermedi. Gözlerini kırpıştırıp başını salladı, güvensiz bir edayla efendisine bakmakla yetindi. Olenin’e bakılırsa Vaniyuşa bir uşaktan başka bir şey değildi. Arkadaş oldukları kendilerine söylenecek olsa ikisi de şaşırırdı buna. Ama onlar ne düşüncede olurlarsa olsunlar, arkadaştılar. Vaniyuşa, on bir yaşındayken, bir evlatlık olarak onların evine kapılandığında Olenin de hemen hemen aynı yaştaydı. Küçük bey on beşine geldiğinde uşağının öğrenimiyle bir süre uğraşıp ona Fransızca okumayı öğretti. Vaniyuşa, bu bilgisiyle böbürlenir ve keyifli olduğu zamanlarda, salak bir gülüşle ağzından ikide bir Fransızca kelimeler kaçırdığı olurdu.
Olenin, saman örtülü kulübenin merdiven basamaklarını bir sıçrayışta çıkıp kapıyı ittiğinde güzel bir kızla karşılaştı. Kazak kadınlarının ev giyimlerine uygun olarak sırtına pembe bir entari geçirmiş olan bu vahşi dilber hemen kaçtı, duvara dayandı ve kolunun geniş Tatar yeniyle yüzünün gözlerinden aşağısını sakladı. Olenin kapıyı biraz daha ittiğinde kulübenin alaca karanlığı içinde bu genç irisi kızın boyunu posunu, ölçülü endamını fark etti… Ve gençliğin açgözlü bakışıyla o ince Hint kumaşı entarinin içindeki körpe kız vücudunun hatlarını sezmekten geri kalmadı. Kızın siyah güzel gözleri, ürkek bir merak ve çocukça bir korkuyla bakıyorlardı. Olenin “Tamam, aradığım bu olacak!” dedi içinden. Sonra ekleyiverdi: “Hele bir bakalım, daha neler var, kim bilir!” Böyle düşünerek öbür kapıyı açtı.
Yaşlı bir kadın, elinde süpürge, iki büklüm olmuş, ortalığı süpürmekteydi. Arkası dönüktü. Olenin seslendi:
“Günaydın… Eve bakmaya geldim…”
Kadın doğrulmadan ona doğru döndü. Güzelliğini hâlâ koruyan sert bir yüzle ve kaşlarını çatarak delikanlıya yan yan baktı:
“Ya, öyle mi?.. Benimle eğleniyor musun sen? Alay etmek gerekiyorsa gülmek bana düşer asıl. Buradan cehennem olup gider misin sen?”
Olenin hep sanırdı ki bağlı bulunduğu kahraman Kafkas ordusu yorucu seferler sırasında her uğradığı yerde canla başla karşılanır. Hele hele silah arkadaşları demek olan Kazaklardan böyle bir davranışı hiç mi hiç beklemiyordu. Buna pek içerledi, ama öfkesine belli etmeyerek evin kirasını vereceğini tatlılıkla anlatmaya çabaladı.
Kocakarı ise sözü ağzına tıkadı:
“Sen СКАЧАТЬ