Kazaklar. Лев Толстой
Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Kazaklar - Лев Толстой страница 4

Название: Kazaklar

Автор: Лев Толстой

Издательство: Elips Kitap

Жанр:

Серия:

isbn: 978-625-6485-55-6

isbn:

СКАЧАТЬ ve anlamlı bir sadelikle okumasını biliyordu.

      Aklından bunları geçirirken “Ah, bunlar ne anlamsız şeyler!” diye söylendi. Ama artık konaklayacakları yere varmışlardı. Kızağı değiştirmesi ve bir bahşiş vermesi gerekiyordu. Kafası, yeniden, eskiden yaptığı çılgınlıklara, oradan Çerkez kızlarına, şanlı başarılara, Rusya’ya dönüşte imparator yaverliğine gelişine, evleneceği güzel kadına kaydı. İçinden devam etti sonra: “Neme gerek, aşk olmadıktan sonra; şan, şeref, boş lakırtılar bunlar!.. Peki ama altı yüz yetmiş sekiz ruble ne olacak?.. Ya bana ömrümün sonuna kadar yetip artacak bir servet sağlamış olan bu ülke, bu fethedilmiş yerler?.. Böyle bir serveti yalnız kendine alıkoymak da doğru bir şey olmayacak gerçekten de. Öyleyse kime bağışlamalı? Her şeyden önce Kapel’in altı yüz yetmiş sekiz rublesi; sonra, hele bakalım, düşünürüz…”

      Bulanık görüşler kara perdelerini düşüncelerinin üstüne germeye başladığında onu sağlıklı uykusundan ayırmak için ya Vaniyuşa’nın sesi ya da beşik etkisi yapan bu monoton hareketin durması gerek. O zaman da pek de kendine gelmeden yeni bir mola bir yerinde kızak değiştirir ve yoluna devam ederdi.

      Ertesi gün yine aynı şeyler, yine mola vermeler, çay almalar, kızağı çeken atların görünüş değiştirmeyen kıçları, Vaniyuşa ile aralarında geçen aynı kısa konuşmalar, aynı silik hayaller, karanlık bastığında aynı uyuklamalar ve bütün gece aynı sağlıklı ve derin uyku…

      III

      Olenin Orta Rusya’dan uzaklaştıkça orayla ilgili anılardan da uzaklaşıyor, Kafkasya’ya yaklaştığı ölçüde de ruhu duruluyordu. Düşünceye dalarak “Ah!” diyordu ara sıra. “Temelli gitmek ve bir daha dönmemek; bir daha ortaya çıkıp âleme görünmemek!.. Burada gördüğüm kimseleri adam yerine koyduğum yok. Hiçbiri tanımaz beni. Benim Moskova’da bulunduğum sosyetelerde bulunmuş olamaz hiçbiri. Geçmişimi, ne olduğumu bilemez. Bu adamların içinden hiçbiri, hiçbir zaman benim içyüzümü öğrenemez.”

      Şimdi, bütün o geçmişin pençesinden kurtulmuş olmak duygusu yeni bir çekicilikle onu sarıyor ve yolda karşılaştıkları kaba saba adamlara Moskova’da tanıdıklarından farklı birer yaratık diye bakıyordu. Bura halkı ne kadar kaba ve uygarlıktan yoksun ise o da kendisini o kadar serbest buluyordu.

      Stavropol şehrini bir baştan bir başa geçmek zorunda kaldığında keyfi kaçtı. Mağazaların tabelaları, hele Fransızca olanları, faytonlardaki hanımlar, meydanda müşteri bekleyen kiralık arabalar, ağaçlıklı cadde ve gelip geçenleri yan gözlerle süzerek caddede kolaçan eden iki çatal şapkalı, askerî palto giymiş şu veya bu mösyö, bütün bu gördükleri üzerinde kötü bir etki yarattı. “Bu adamların içinde, Moskova’daki arkadaşlarımdan herhangi birini tanıyanlar olmalı, bana öyle geliyor.” diye düşündü ve kulübü, terzisini, iskambil destelerini, devam ettiği meclisleri kafasından geçirdi yeniden…

      Ama Stavropol’dan sonra işler yoluna girdi. Her şeyde vahşi bir güzellik vardı ve dahası herkes savaşçıydı. Neşesi giderek yerine geldi Olenin’in. Bütün bu Kazaklar, bu posta sürücüleri, konakladıkları yerlerin hancıları çok basit yaratıklardı gözünde. Onlarla senli benli konuşup şakalaşabilirdi. Toplumun hangi tabakasından geldiklerini düşünmeye yer yoktu. Hepsi insandı. Bundan ötürü, hepsini içten gelen bir duyguyla seviyordu. Onlar da ona karşı dostça davranıyorlardı.

      Don Kazakları topraklarına ayak bastıklarında kızağı bırakarak bir araba aldılar. Zaten Stavropol’dan öteye havalar öyle ısınmıştı ki, kürkünü sırtından çıkarmak zorunda kaldı Olenin. Bahar demekti artık; vaktinden önce gelmiş ve Olenin’in içini sevinçle dolduran bir bahar… Geceleri köy sınırlarının dışına çıkmak doğru değildi. Hatta akşamın alaca karanlığında bile bunun tehlikeli olduğu söyleniyordu. Vaniyuşa korktu. Hayvanlar değiştirildikçe dolu bir tüfek bulundurmayı ihmal etmedi. Olenin’e gelince; tam tersine, sevinci daha da artmıştı onun. Konakladıkları yerlerin birinde, korucu, yakın günlerde, yolda işlenmiş olan korkunç bir cinayeti anlattı. Çok geçmeden silahlı adamlarla karşılaştılar. Olenin “Hah, çarpışma saati geldi işte!” diye geçirdi içinden.

      Olenin, karlı dağları bekliyordu hep. Karlı dağların tasvirleriyle kulağı öylesine doluydu ki! Bir akşam sürücü Nogay, kırbacının ucuyla, bulutların ardındaki dağları gösterdi ona. Olenin, açgözlü çocuklar gibi o yana baktı ama bir şey göremedi. Hava kararmıştı. Bulutlar ufku kapamaktaydı. Kül rengi, beyaz, tiftiklenmiş ipek gibi yığınlar gördü uzaklarda. Ne var ki ballandıra ballandıra anlatılıp yazılan bu dağların güzelliğinden, bütün iyi niyetine rağmen hiçbir şey anlayamadı. Bulutlarla dağların birbirlerine çok benzediklerini, karlı dağların güzellikleri üzerine yapılan öykülerin şişirme bir balondan başka bir şey olmadığını ve bunun, Bach’ın müziği veya varlığına inanmadığı aşk gibi bir efsaneden ibaret olduğunu içinden geçirip tepeleri gözlemekten vazgeçti. Ertesi gün sabah serinliğiyle arabanın içinde bir ürperme duyarak erkenden uyandı, sağ tarafına kayıtsızca bir göz attı. Açık gök mavisiydi hava.

      Birdenbire yirmi adım ötede -ona öyle gelmişti ilkin- gökyüzünün uzak maviliklerinde, göz kamaştırıcı bir beyazlıkla yumuşak dalgalanmalar yapan tepeleri açık seçik gördü. Ama tepelerini gördüğü o dağlarla arasındaki uzaklık hakkında bir fikir edindiği, ufuktaki bu dağların ululuğunu ve sonsuz güzelliğini ruhunda duyduğu an, rüya gibi esrarlı bir manzara ile karşılaşmışçasına benliğini bir korku kapladı apansız. Kendine gelmek için silkindi. Her zamanki aynı dağlardı onlar.

      “Bu ne kuzum? Ne bunlar?”

      Sürücü Nogay, onun bu sorusuna kayıtsızca cevap verdi:

      “Ne olacak, dağlar!”

      Vaniyuşa söze katıldı:

      “Ben de ne zamandan beri onlara bakıyorum. Ne güzel, ne güzel! Bizim taraflarda inanılmaz buna.”

      Düz yolda arabanın hızlı gidişi, güneş ışıklarıyla pembeleşen bu sıradağları, bir kafile hâlinde harekete getiriyordu.

      Bu manzara, Olenin’de, sadece hayret uyandırdı ilkin. Ama çok geçmeden bu hayret yerini derin bir hayranlığa bıraktı. Bir siyah çizginin ardına gizlenmeyip doğrudan doğruya stepten çıkmış gibi görünen bu art arda karlı yüksekliklere baktıkça onun güzelliğini kavradı ve dağın ne demek olduğunu ta içinden “duydu”. O andan sonra, bütün düşünceleri, bütün duyguları dağların etkisiyle, yeni, sert ve görkemli bir karaktere büründü. Moskova’ya ait anıları, geçmişin ona verdiği utanç ve pişmanlık, Kafkasya’ya ait bayağı hayaller… Bütün bunlar, bir daha geri dönmemek üzere silinip gitti. Ve karlı bir sis, ona şöyle sesleniyordu sanki: “İşte her şey şimdi başlıyor.” Uzakta kendini gösteren Terek yolu, Kazak köyleri, ahali… Hiç şaka götürür yeri yoktu bunların. Gözlerini yukarı kaldırıyor, karşısında dağları görüyor, aşağı indiriyor, Vaniyuşa’ya bakıyor ama gördüğü hep o dağlardır. İşte iki Kazak süvarisi kınları içindeki tüfekler, arkalarında sallanıyor. Atların ayakları, kır ve doru, birbirine karışıyor durmadan; oysa dağlar… Terek yolunun öte yanında bir aulun2 tüten dumanları görünüyor; yine dağlar… Güneş yükseliyor ve sazlıkların ardından görünen ırmağı parlatıyor; yine dağlar… Köyden bir araba çıkıyor, kadınlar СКАЧАТЬ



<p>2</p>

Tatar, Başkır, Kırgız ve dağlı Kafkasyalıların köylerine aul denir. Tatarca bir kelimedir. (ç.n.)