Kahvenin hikayesi. Stewart Lee Allen
Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Kahvenin hikayesi - Stewart Lee Allen страница 8

Название: Kahvenin hikayesi

Автор: Stewart Lee Allen

Издательство: Maya Kitap

Жанр:

Серия:

isbn: 978-625-8068-16-0

isbn:

СКАЧАТЬ “kutu açılmış” ve şeyhin, ellerindeki deliklere baktığınızda başka bir boyuta geçeceğiniz, ayak parmakları olmadan tasvir edilen Zar ruhlarıyla iletişim kurabilmesini sağlayan gücü açığa çıkmış olur. Ayrıca, bu ruhların güzel oldukları ve Arap, beyaz ve Çinli gibi çeşitli ırksal arketiplere bürünerek geldikleri de söylenir. Bazılarına göre Zar kelimesi, Afro-Asyatik dil grubunda gök tanrı anlamına gelen Waaq kelimesinin değişime uğramış halidir. Etiyopyalı Zar rahipleri, genelde, Wato ya da Wallo isimli bir kabileye mensuptur; bu da o akşamki ayini yapan rahibin de eğitim gördüğü gölün ve Etiyopya’nın en eski kutsal yerinin ismidir. Wallo kabilesi, ilk kahve çiğneyicilerinin torunları olduklarını iddia etmektedir ve tarihin bir döneminde büyülü güçlerinden dolayı bu kabileden o kadar korkulmuştur ki, diğer kabileler onlara saldırmaya cesaret edememiştir. Yakın zamana kadar, özellikle güçlü büyücülerin mezarlarına bir kahve ağacı dikmek âdettenmiş ve Oromolar ilk kahve ağacının, Gök Tanrı’nın ölmüş bir büyücünün cesedine düşen gözyaşlarından doğduğunu söylermiş.

      Ben bu ayine bir şeytan çıkarma diyordum; fakat bu, tek başına Zar’la iletişim kurabilen ve gerektiğinde daha makul talepler için Zar’la pazarlık yapan şeyh ve Zar arasında geçen gerçek bir pazarlıktı aslında. Kahvenin rolü belki de, Carlos Castaneda’nın Don Juan’ın Öğretileri üçlemesiyle popüler olmuş, halüsinatif madde içeren kaktüsün “benzerleri” ile kıyaslanabilir; çünkü çekirdeğin içindeki “ruhlar” sadece onları vücuduna alan kişinin güçlerine göre hareket edebilir.

      Bir kız öne çıktı ve yere, şeyhin siluetini gördüğümüz beyaz çarşafın önüne, biraz daha hediye koydu. Baş ağrılarından mustaripti; günlerce süren berbat, korkunç baş ağrılarından. Kız konuşurken şeyhin siluetinin titrediği görülebiliyordu.

      Çektiği ıstıraplar erkek bir yakını tarafından anlatılırken kız duruyor ve tek kelime etmeden bekliyordu. Adamın açıklamalarına bakıldığında, kızın çektiği dertlerin baş ağrılarından daha ciddi olduğu anlaşılıyordu.

      Abera’nın arkadaşı, “Bu psikolojik bir sorun,” diye fısıldadı.

      Kız mobilyaları kırıp döktüğü sara nöbetleri ve tuhaf, şiddetli krizler geçiriyordu. Annesinin parmağını ısırmaya çalışınca, ailesi Zar rahibine danışmaya karar vermişti. Kızın hikâyesini öğrenen kalabalık üzüntüyle fısıldaşmaya başladı. Kızın belirtileri tipik bir Zar şeytanı çarpmasına işaret ediyordu. Şeytan, kadınların ruhlarını ele geçirerek onların vücutlarında yaşama eğilimindedir; bedenine yerleştikleri kadınları, demir çubuklarla kendilerine zarar vermeleri de dâhil -yaraları sabaha kadar kaybolur- pek çok eylemi gerçekleştirmeye zorlarlar.

      Kız aniden kendini yere attı, çok acı çekiyormuş gibi titreyerek ve başını ellerinin arasına alarak bağırmaya başladı. Şeyh, kızın içindeki şeytanı sorgularken, kızın yakarışları giderek artıyordu. Olan biteni izleyen Katolik arkadaşım tiksintiyle başını sallıyordu. Sonunda, kızın ailesinin bir buzağı bağışlaması gerektiğine karar verildi. Sonrasında ise kızın ruhunu ele geçiren Zar oldukça garip bir şey talep etti: Kız saçını tamamen kesmeli ve kestiği saçı sırtlanların olduğu yerlerde dağıtmaya tek başına gitmeliydi.

      Bir çift makas getirildi. Ancak saçı kesmeye başladıklarında, kız eliyle oturduğumuz yeri gösterdi. Büründüğüm kılığın düşündüğüm kadar işe yaramadığı ortadaydı. Kız, bir yabancının, saçının kesilmesine şahit olmasını istemiyordu.

      Yorgun argın otele yürürken, Abera’nın arkadaşı anlamadığım şeyleri bana açıklıyordu. O, bu tarz şeyleri ciddiye alan biri değildi. Ona, Amerika’da da televizyonlara çıkan benzer şifacılar olduğundan bahsettim.

      “Onlar da kahve çekirdekleri mi kullanıyor?” diye sordu.

      “Şey, kahveyi kesinlikle severler,” diye açıkladım. “Ancak ödemelerde çoğunlukla kredi kartı tercih ediyorlar.”

      Ertesi gün, kızın saçlarına dair tüm izlerin gün doğumuna kadar ortadan kaybolduğunu duydum.

      ETİYOPYALILAR, KAHVENİN HALÜSİNATİF ETKİLERİNİ KEŞFETTİKLERİNDE, komşularının da bunu fark etmesi kaçınılmaz hale gelmişti. Söylentilere bakılırsa, ilk olarak kuzeydeki zalim Mısırlılar bağımlı hale gelmişti. Hatta bazı aşırı heyecanlı akademisyenler, Truvalı Helen’in “ıstırabını dindirmek” için içtiği Mısır’ın efsanevi ilacının, Frappuccino13’nun çok eski bir türü olduğunu öne sürmüştür.

      Fakat kahve çekirdeğinin Harar’dan çıktığı yolculuğun ana istikameti doğudaki Kızıldeniz’di. Buradan da bugün Yemen’de bulunan, günümüzde Muha Limanı olarak bilinen limana gemiyle gönderiliyordu. İlk bin yılda Harar ve el-Muha hattında ticaret bir hayli gelişmişti. Çoğunlukla devekuşu tüyleri, gergedan boynuzu ve kaplumbağa kabuğu ticareti yapılıyordu. Yani temel ihtiyaçlar. Tabii, bir de köleler. Arapların köle tüccarlığı konusundaki kötü namı her yere yayılmıştı ve zanj dedikleri kurbanlarını bulmak için bu bölgede dolaşıyorlardı. Zanjlar, Arapları ya da en azından Arap tatlılarını çok seviyorlardı. Ortaçağda yaşamış Arap yazar Kitab el Agail el-Hind’e göre, “Zanjlar [Araplara] secde edip onlara ‘Ey hurmalar diyarının yüce insanları, size selam olsun!’ şeklinde seslenerek [Arapları] gözlerinde büyütüyorlardı. (…) Zira bu ülkeye seyahat edenler, zanjların çocuklarına tatlı hurmaları gösterip onları istedikleri yere çekerek ele geçirdikten sonra kendi ülkelerine kaçırırlar.”

      Bin yıl önce köle kafilelerinin Harar’dan Kızıldeniz kıyısına ulaşması yirmi gün sürüyordu. Türk haremlerine gidecek oğlanlar yol üzerinde hadım ediliyordu. Tutsakların da en az yarısı yolda ölüyordu. Onlardan arda kalanlarla da kahve ağaçları filizleniyordu.

      Benim Kızıldeniz yolculuğum sadece üç gün sürmüştü. Önce Harar’dan ülkenin tek demiryolunun yakınında bulunan Dire Dawa kasabasına otostop çekerek gittim. Kaplaması yırtık pırtık, pis ve eski moda yatar koltuklarıyla (en azından birinci sınıfta böyleydi) 1900’lerin başında popüler olmuş bebek mavisi Fransız şimendiferi bir gün gecikmişti, fakat beklememe değmişti. Mekanik arızalar on iki saatlik yolculuğu iki günlük bir çileye dönüştürmüştü. Hindistan’daki bir yılımın üzerinden çok geçmemişti, dolayısıyla bu tür gecikmeler bana son derece olağan geliyordu. Sadece gözlerimi kapatıp ölü taklidi yapmıştım (belki de sadece bunu diliyordum).

      13. yüzyılda Müslüman bir seyyah olan İbn-i Batuta’nın, “dünyanın en pis, en rahatsız edici ve en kokuşmuş kasabası” olarak tanımladığı ve bölge halkının deve eti sevdiği Cibuti Limanı’na varmıştık. Bugün Cibuti teknik açıdan bir ülkedir. Aslında barlar ve genelevlerle dolup taşan abartılmış bir Fransız askeri garnizonu da diyebiliriz. Soğuk bir şeyler içmek için soluğu bir kafede aldım.

      “İngilizce biliyor musun?” Ekose etek giymiş göbekli bir adam, bir kanga14, yan masaya oturdu. “Tu parles français?”15

      “Evet.”

      Şapkamı inceliyordu. “Ooo! Amerikalı bir adam. Güzel! On iki dil biliyorum,” dedi. “Dünyadaki tüm limanlara yelken açtım: СКАЧАТЬ



<p>13</p>

Starbucks tarafından satılan buzlu kahvenin ticari markası. (e.n.)

<p>14</p>

Sudanlı etnik bir grubun üyesi. (ç.n.)

<p>15</p>

Fr. “Fransızca biliyor musun?” (ç.n.)