Kahvenin hikayesi. Stewart Lee Allen
Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Kahvenin hikayesi - Stewart Lee Allen страница 7

Название: Kahvenin hikayesi

Автор: Stewart Lee Allen

Издательство: Maya Kitap

Жанр:

Серия:

isbn: 978-625-8068-16-0

isbn:

СКАЧАТЬ ve bu benzerlik bir başka bun-qalle ayininin doğmasına yol açmıştır. Bu ayinde cinsellik kavramı o kadar önemlidir ki, ayinden önceki gece cinsel perhize girilir. Oromo halkından bir ihtiyar olan Gam-machu Magarsa, Bartel’a, “Kahve meyvelerinin ısırılarak açılışını, vajinasına erişmek için erkeğin kızı bacaklarını açmaya zorladığı ilk cinsel ilişkiye benzetiyoruz,” demiştir. Kabukları soyulan çekirdekler, penis anlamına gelen dannaba isimli bir çubukla tereyağında karıştırılırlar. Bazı insanlar çubuk yerine taze ot demetleri kullanır; çünkü cansız bir tahta parçası “hayat veremez” veya çekirdekleri dölleyemez. Çekirdekler karıştırılırken, kahvenin meyveleri sıcaktan patlayıp “tıssss” diye ses çıkarana kadar başka bir dua okunur. Meyvenin bu şekilde patlaması hem doğuma hem de ölen kişinin son haykırışına benzetilir. Çekirdekleri karıştıran kişi bu aşamada şöyle dua eder:

      Ashama, kahvem, ağzını açarak patladığın yerde

      bize barış ver

      Lütfen bana huzur dile

      Beni tüm şom ağızlardan koru

      Kahve çekirdeği yenildiğinde, yeni fikirler vermek ve yaşamı kutsamak üzere “ölür”; Oromoların da söylediği gibi herhangi birinin hatırlayabileceği en eski tarihe kadar dayanan bir gelenektir bu. Çekirdek yendikten sonra topluluk; sünnet, evlilik, araziyle ilgili anlaşmazlıklar veya tehlikeli bir yolculuğa çıkma gibi güncel konuları ele alır.

      Bun-qalle ile ilgili önemli bir nokta da çekirdeklerin ezilmeden, süte bütün olarak eklenmesidir. Ezilmiş çekirdeklerin su gibi nötr bir sıvıya eklendiği, böylelikle de çekirdeklerin güçlerini tamamen serbest bıraktığı gerçek demleme, lanetleme veya o geceki ayinde olacağı gibi kötü bir ruhun defedilmesi gibi daha karanlık işlere mahsustur.

      “ÜÇKÂĞIDA GELMİŞSİN GİBİ GELİYOR BANA,” DEDİ AARON.

      Aaron, Abera’nın beni Zar ayinine götürmesini beklerken tanıştığım Amerikalı bir sağlık uzmanıydı.

      Abera’ya verdiğim hediyeyi düşünerek “Kırk birr eder,” dedi. “Büyük para. Umarım yanılıyorumdur.”

      Aaron, özellikle Etiyopyalıları pek sevmiyordu ve görüşlerini destekleyecek bazı çalışmalar bulmuştu. Bu çalışmalara göre, kıtlık boyunca bölgeye yapılan büyük çapta uluslararası yardım akışı, yabancılardan dilenmeyi sosyal bir norm haline getirmişti. Aaron’a göre burada dilenmek nefes almak kadar doğal bir şeydi. Doğru olsun veya olmasın, Etiyopya kentlerinde, daha önce yalnızca insanların sadece birkaç birra otlanmak için sahte dostluklar kurmaya pek de ihtiyaçlarının olmadığı Amerika’da rastladığım bir tür dilencilik olduğu yadsınamazdı.

      “Hayır, arkadaşını bir daha asla görmeyeceksin,” diyerek beni inandırdı Aaron. “Neden odama gelip satın aldığım sepetlere bir bakmıyorsun? Her biri yalnızca yetmiş dolar.”

      Abera tam zamanında geldi. Her şey ayarlanmıştı. Artık ayine gidebilirdim.

      “Ama onlara daha fazla hediye verme!” diye tekrarladı. “Bunlar yeterli. Ayinde ikram edilen hiçbir şeyi de içme.”

      Moralimizi bozan tek şey onun ayine gelmiyor olmasıydı. Bir sınav için ineklemesi gerekiyordu. Abera’nın yerine, dindar Katolik bir arkadaşı benimle ayine gelmeyi kabul etmişti.

      “Katolik arkadaşın gelecek mi?” diye sordum.

      “Söz verdi,” dedi Abera tereddüt ederek. “Stewart, sana bir şey sormam gerek. Ayine giderken bu şapkayı takacak mısın?”

      Abera, bana ilk katiyi hazırlayan Jiga’daki kadının oldukça gülünç bulduğu eski hasır şapkamdan bahsediyordu. Belli bir giyim eşyasına çok bağlanıp onu üzerinizden hiç çıkarmak istemezsiniz ya, işte o durumdaydım. K-mart mağazasından aldığım Avustralya tarzı bu şapkayı çok seviyordum ve şapkam seyahatimin son bir yılında oldukça zarar görmüştü. Etiyopya’ya geldiğimde, artık şapkam beş altı siyah yamanın bir arada tuttuğu buruşmuş bir saman parçasıydı. Üstelik kirliydi de; dağılmasın diye onu yıkamaya bile cesaret edemiyordum. Şapkamı her haliyle seviyordum. Değişik milliyetlerden insanlar şapkamla ilgili farklı ama karakteristik tepkiler veriyorlardı. Nepalliler şapkam için şakayla karışık büyük paralar teklif etmişlerdi. Hintliler gülmüş ve şapkamın “eşsiz niteliğini” övmüştü. Etiyopyalılar ise sadece şapkamın hijyenik olmadığını düşünmüştü.

      “O şapkayı takamazsın,” dedi Abera. “Bu akşam olmaz. Saygısızlık olur.” İslami tarzda bir başörtüsü çıkardı. “Bunu tak. Hatta dur ben hallederim.”

      “Tamam,” dedim. Haklı olduğunu biliyordum. Ayrıca, üzerinde mavi ve kırmızı zambak desenleri olan beyaz başörtüsü daha şıktı. Abera örtüyü bir sarık gibi başıma doladı.

      “İyi görünüyor,” dedi. “Müslümanlara benzedin.”

      “Artık tanınmam, değil mi?”

      “Muhtemelen. Gece geç saatlerde Harar’da bu şekilde yürümek daha az tehlikeli.”

      Bir süre sohbet ettik. Akşam yemeği teklifimi geri çevirdi ve ona Cosmopolitan dergisinin sayılarından göndermemi son bir kez daha hatırlattıktan sonra (üniversite gazetesinin editörüydü) yanımdan ayrıldı. Ben de otelin lobisinde oturup beklemeye başladım.

      Saat sekiz olmuştu. Sonra dokuz. Derken on oldu. Otel bekçisi uyku hasırını yere sererken, biri ön kapıyı çaldı. Gelen Abera’nın arkadaşıydı. Ona geldiği için teşekkür ettim, ancak ayinin bitmiş olma ihtimalini de sordum, çünkü iki saat geç kalmıştık. “Sorun değil,” dedi. Her şeye rağmen, Harar’ın karanlık sokaklarında aceleyle ilerliyorduk. Yerde çömelmiş duran adamlar haykırarak selam veriyordu. Kadınlar ise daha utangaç şekilde gülümseyerek “merhaba” diyorlardı.

      Arkadaşım başımdakini işaret ederek “Müslüman olduğunu sanıyorlar,” dedi.

      Kasabanın merkezinden uzaklaştıkça ortalık sessizleşti. Arkadaşımın da sesi çıkmıyordu. Harar sokaklarının, daha önce buralarda köleleştirilmiş tüm kabilelerin ruhları tarafından lanetlenmiş olduğu söylenir. Bazıları, geleneğe göre çift cinsiyetli olduklarına inanılan Harar sırtlanlarının, hadım edilen ve harem ağası olarak satılan yoksul erkeklerin ruhları olduklarını söyler. On sekizinci yüzyılda yaşamış Fransız gezgini Antoine d’Abladie’nin aktardığına göreyse sırtlanların, Zar ruhlarına saldırıp onları yiyen buda isimli bir tür kurt adam olduğuna inanılıyordu.

      Zar ayininin yapılacağı eve yaklaşırken sesleri işitmeye başladım. Şeytan çıkarma ayini başlamıştı bile. Arkadaşım sessiz olmamız gerektiğini söyledi ve tek bir lambayla aydınlanan, uzun ve dar bir odaya girdik. Aşağı yukarı yirmi kişilik bir kalabalık, kapının yanına çömelmişti. Odanın ortasında büyük, pirinçten yapılmış bir yatağa dayanmış şeyhin siluetini görebildiğimiz kirli bir beyaz çarşaf asılıydı. Çarşafın önünde ilk hastası duruyordu. Geç geldiğimizden ötürü, adamın ne tür bir rahatsızlığı olduğunu tam olarak anlayamamıştım. Fakat şeyh adamın ruhunu ele geçiren varlığı çoktan tespit etmiş ve şeytanı, boyun kısmında belli renklerde tüyleri olan üç horozu СКАЧАТЬ