Bin mumlu ev. Meredith Nicholson
Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Bin mumlu ev - Meredith Nicholson страница 8

Название: Bin mumlu ev

Автор: Meredith Nicholson

Издательство: Maya Kitap

Жанр:

Серия:

isbn: 978-625-8068-07-8

isbn:

СКАЧАТЬ muhteşem sunakları aydınlatan sayısız mumu yerlerine dizişini birçok kez izlemiştim. Ama bu aşina olmadığım evdeki sert görünümlü hizmetkâr, gölgelerin içinden çok daha tatlı, çok daha hayret verici bir büyü çıkarmıştı ortaya. Güzel şeyler arasında yalnızca gençlik, ışıktan daha tatlıdır.

      Işık arttıkça duvarların çizgileri çekildi ve çatı kirişleri ortadan kaybolarak gözlerimi yukarıya doğru çevirmeme neden oldu. Dudaklarımdan dökülen boğuk bir hayret nidasıyla ayağa kalkarak etrafa bakındım ve odanın ruhu, büyüsünü içime akıttıkça şapkamı saygıyla başımdan çıkardım. Her tarafta kitaplar vardı. Bütün duvarlar tavana kadar kitaplarla kaplıydı. Koca odada bu düzeni boşan tek şey, bir Fransız penceresiyle devasa bir şömineden ibaretti. Şöminenin üzerinde büyük, koyu meşe renginde bir baca çıkıntısı, odanın büyüklüğünü daha da vurguluyordu. Uygun olan her yerde -bu amaçla yapılmış raflarda, kitapların arasından öne doğru uzanan kolların üzerinde, tavandan sarkan büyük, kristal şamdanda ve baca çıkıntısında- sayısız mum, baş döndürücü bir parlaklıkla yanıyordu. Bates, sihirli değneğini elinde tutarak durduğunda hayret ve hazla haykırdım.

      “Bay Glenarm mum ışığını çok severdi. Mumluk toplamaktan da hoşlanırdı. Çok iyi bir koleksiyonu var. Buraya ‘Bin Mumlu Ev’ derdi. Burada sadece yüz tane kadar var ama ev tamamlandığında bin ışığı olacağı düşüncesi onun gururlandığı şeylerden biriydi. Büyükbabanızın şakacı bir yanı vardı. Bin demek mizah anlayışına da uygundu. Kendi zevklerinden haz almayı bilirdi, efendim.”

      “Eminim öyledir,” diye yanıtladım hayretle bakarak.

      “Belki gaz lambaları sizin zevkinize daha uygundur, efendim. Ama büyükbabanızda hiç yoktu. Eski pirinç ve bakırlar onun uzmanlık alanıydı ve Bay Glenarm cam mumlukları özelikle severdi. Kristalin en etkileyicileri olduğunu söylerdi. Ben gideyim de valizleri getiren adamı içeri alayım. Sonra da size biraz yemek ikram edeyim.”

      Ağırbaşlı bir edayla dışarı çıktı. Ben de hayrete düşmüş, keyifli bakışlarla odayı inceledim. Sert ahşap zemin şık halılarla kaplanmıştı. Bütün mobilyalar antika ya da ilginçti. Şöminenin üzerindeki koyu meşe panelin üzerine eski İngiliz harfleriyle bir yazı kazınmıştı:

      İnsanın ruhu, Tanrı’nın mumudur.

      Ve iki yanında büyük bir şamdanın uzun kolları ocağa doğru uzanıyordu. Bütün kitaplar mimariyle alakalı gibiydi. Alman ve Fransız çalışmaları, İngiliz ve Amerikan otoriteler tarafından yapılmış çalışmalarla yan yana duruyordu. Bütün başlıkların Latince ya da İtalyanca olduğu bir bölüm buldum, tamamı arkeolojiyle ilgiliydi. Açtığım birkaç dolabın içinde taslaklar ve çizimler vardı ve hepsi dikkatle düzenlenmişti. Bir diğerinde özenle hazırlanmış bir kart kataloğu buldum. Becerikli ellerin işi olduğu açıktı. Titiz bir araştırma benim için fazlaydı. Kendimi bir katedralden alınmış olabilecek büyük sandalyeye bıraktım. Genel etkinin mutluluğuyla tatmin olmuştum. Indiana ormanlarının ortasında böylesine şık ve zevkli bir daire bulmak beni şaşırtmıştı. Eve yaklaşırken mekânın karakterini ya da boyutlarını hiçbir şekilde açık etmeyen karanlık bir hacim görmüştüm yalnızca. Giriş holü de beni bu odanın güzelliğine hazırlamamıştı doğrusu. Düşüncelerime öyle dalmıştım ki ardımdaki kapının açıldığını duymadım. Bates’in saygılı, kederli sesi, “Size yiyecek bir şeyler hazırlattım, efendim,” dedi.

      Koridor boyunca onu takip ederek basit bir masanın kurulduğu lambrili, küçük bir odaya girdim.

      “Bay Glenarm buraya yemekhane derdi. Evin diğer tarafında kalan yemek odası henüz bitmedi. Kendisi yemeklerini burada yerdi. Onun için esas önemli olan kütüphaneydi. Bu evi bitirmeye ömrü vefa etmedi. Ne yazık, değil mi efendim? Birkaç yılı daha olsaydı çok şık bir yere dönüştürürdü burayı. Ama umarım siz tamamlandığını göreceksiniz, efendim. Onun son dileği de buydu.”

      “Evet, elbette,” diye yanıtladım.

      Soğuk hindi eti ve salata getirdi ve gerçekliği su götürmez bir parça rokfor peyniri çıkardı.

      “İngiliz birasının zevkinize hitap ettiğini umuyorum. Belirtmem gerekirse, büyükbabanızın favorisiydi, efendim.”

      Adamın alçakgönüllülüğü hoşuma gitmişti. Ciddi bir saygıyla ve alışkın el hareketleriyle servis yaptı. Kristal mumluklardaki mumlar masayı makul derecede aydınlatıyordu. Oda küçük ve rahattı. Küçük şöminedeki cevizden kütükler neşeyle çatırdıyordu. Eğer büyükbabam yalnızlığı silah olarak kullanarak beni cezalandırmayı planladıysa, ruhu buralara uğradığında büyük bir hayal kırıklığına uğrayacaktı muhtemelen. Uzun zamandır kendi toplumumu kanıksamıştım. Yemeklerimi genellikle yalnız yerdim ve bu tuhaf, gizli evin sessizliğinde bir keyif bulmuştum. Tabii bir de en sonunda büyükbabamın isteğine itaat ediyor, onun benden istediği bir şeyi yapıyor olmanın verdiği tatmin de vardı. Her yerde kendisinin sanatların sanatı olarak gördüğü ilgi alanına dair izler görmek beni etkilemişti. Bu sanata duyduğu adanmışlıkta müthiş bir incelik vardı. Küçük yemekhanenin bile herhangi bir dekorasyonu olmamasına rağmen kendine has bir havası vardı. Büyükbeyin mimariye düşkünlüğünde garip ve hatta hastalıklı bir yan olduğu aile arasında hep konuşulan bir şeydi. Ama ben bunun onun zihninde ve karakterinde asil ve kibar bir şeyleri cezbettiğini hissettim ve kalbimi, yıllardır taşıdığımdan daha nazik bir haletiruhiye ele geçirdi. Büyükbabam benden ufacık bir şey istemişti ve ben onun için bu ufacık şeyi başarmaya kararlıydım.

      Bates bana kahve verdi, ulaşabileceğim bir yere kibrit bıraktı ve odadan çıktı. Sigara kutumu çıkarıp hafifçe aralamıştım ki arkamdaki pencerenin camında keskin bir çatırtı duydum. Bir mermi ıslık çalarak başımın üzerinden geçti ve karşıdaki duvara çarpıp yassılaşmış, bozulmuş bir halde masanın üzerine, elimin altına düştü.

      Dördüncü Bölüm

      GÖLDEN GELEN SES

      Pencereye koşup geceye baktım. Eve gelirken içinden geçtiğimiz orman geceyi kuşatmış gibiydi. Büyük bir ağacın dalları camlara değiyordu. Bates’in dibimde olduğunu fark ettiğimde pencerenin kilidini kurcalıyordum.

      “Bir şey oldu mu, efendim?”

      Sükûnetini kaybetmeyişi beni öfkelendirdi. Birileri pencereden bana ateş etmişti ve vurulmaktan kıl payı kurtulmuştum. Bu hizmetçinin durumu kabullenişindeki endişesizlik beni öfkelendirmişti.

      “Bahsetmeye değer bir şey değil. Birileri beni öldürmeye çalıştı, o kadar,” dedim sakin ve ironik olmayı başaramayan bir sesle. Hâlâ pencerenin koluyla uğraşıyordum.

      “İzin verin, efendim.” Pencerenin kanadını kolaylıkla açması öfkemi daha da köpürttü.

      Uzanıp saldırganıma dair bir ipucu bulmaya çalıştım. Bates başka bir pencereyi açarak benimle birlikte karanlık manzarayı izledi.

      “Dışarıdan bir atıştı, değil mi efendim?”

      “Elbette öyleydi. Kendime ateş ettiğimi düşünmüyorsun, öyle değil mi?”

      Kırık pencereyi inceledi ve masanın üzerindeki mermiyi aldı.

СКАЧАТЬ