Tam bu sırada İhsan’ın kırık camın ardında belirmesi, çocuklardan iri ve de cesur olanının bile ödünü koparttı. Öyle ki korkaklıkla suçladığı arkadaşından bile önce başladı koşmaya. Çelimsiz çocuk ise hemen hareket edemedi. Korkudan donup kalmış gibiydi. Bacakları zangır zangır titriyordu. Yardım ararcasına etrafına bakındı. Sonra tekrar pencereye çevirdi gözlerini. İhsan artık orada değildi.
Bir an sonra sokak kapısı açıldı. İhsan evden dışarı çıktı. Çocuk, kendisine yaklaşan dev gibi adamı görünce acı bir çığlık attı.
“Hihh! Katil!”
İhsan donakaldı. Çocuk var gücüyle koşmaya başladı. Ardına bile bakmadan, güçsüz bacaklarından beklenmeyecek bir hızla koştu, arkadaşına yetişti, beraber gözden kayboldular.
Yol boyunca ettiği duaların reddedilmesinin hayal kırıklığı içinde, İhsan’a bakıyordu Umut. Bakıyor ve ne diyeceğini, ne yapacağını bilemeden bekliyordu. İhsan ise, o güne dek defalarca duyduğu o sözcüğü bir çocuğun ağzından duyunca hayatında hiç olmadığı kadar sarsılmıştı. “Katil” damgası hiç o anki kadar ağır gelmemişti; hiç kimse, gerçek bir korku içindeki o çocuk kadar ezememişti onu. Omuzları iyice çöktü, sırtındaki kambur iyice belirginleşti. Eve girmek için döndü, tam o anda da Umut’u gördü.
Bir şeyden ne kadar kaçmaya çalışırsanız, o şey adeta inadına karşınıza çıkar. En korktuğunuz şey illaki başınıza gelir. İşte o an İhsan’ın yaşadığı da tam olarak buydu. Korktuğunun başına gelmesi, kaçtığını en beklemediği anda karşısında bulmak, kaçınılmaz olanla yüzleşmek…
Umut’un gözlerinde şüpheyi ve hayal kırıklığını görmek de kaçınılmazdı İhsan için. Bir çocuğun ağzından “katil” lafını duymaktan daha ağır olanın, Umut’un gözleri önünde bir çocuktan katil lafını duymak olduğunu anlıyordu şimdi.
Birden hiç ummadığı bir şey oldu. Umut ona doğru ilerlemeye başladı. Diğer çocuklar gibi kaçmasını bekliyordu oysa İhsan.
Umut, tam yedi adım attıktan sonra İhsan’ın yanına ulaştı ve onun uzun bacaklarına sarıldı. İhsan’ın elli küsur senelik ömründe yaşadığı en şaşırtıcı olaylardan biriydi bu. Aynı zamanda da son otuz senedir yaşadığı en duygulu an… En inanç dolu, en sevgi dolu, en umut dolu an…
Gözleri doldu İhsan’ın. Umut’un saçlarını okşadı. Onun sessizce anlattıklarına yine aynı şekilde sessizce karşılık verdi böylece. Hiçbir kelime kullanmadan ne çok şey anlatabilirdi meğer insan. Tek bir adımla, tek bir sarılışla, tek bir gülümseyişle, “Ben sana inanıyorum. Senin bir katil olmadığını biliyorum. Kim ne derse desin yanındayım, seni seviyorum,” denebilirdi. Gerçekten de bazen kelimelere hiç ihtiyaç yoktu.
Umut’un sevgisinden ve ona olan inancından aldığı güçle, İhsan yeniden hayatına devam edecek cesareti kendinde buldu. Birinin ona inanmasının ne kadar güzel bir duygu olduğunu tamamen unutmuştu. O kadar uzun zamandır kimse ona inanmıyordu ki, artık kendisi bile şüphe ediyordu kendinden. Ama artık Umut vardı. Hiç doğmamış çocuğunun yerine koyduğu Umut onu seviyordu, daha önemlisi de ona inanıyordu. Üstelik, “Hayır, ben yapmadım, ben masumum,” demesine bile gerek kalmadan… Bir kere bile soru sorma ihtiyacı duymadan… Ancak bir çocuğun duyabileceği, içten gelen saf bir güvenle inanıyordu Umut. Buna sahip olduktan sonra başka kimsenin ne düşündüğünün önemi yoktu İhsan için. Ona nasıl baktıklarının, arkasından ne dediklerinin de önemi yoktu. Daha doğrusu o öyle sanıyordu.
İlk birkaç gün o kadar mutluydu ki gerçekten de önemsemiyordu. Ama sonra giderek ağır gelmeye başladı sokakta yürürken üzerinde hissettiği bakışlar. Çocukların onu görünce korkuyla kaçıp saklanmaları… Sürekli arkasından onu takip eden fısıltılar… Görmemeye ve duymamaya çalışsa da, istenmediğini hissetmek, bir nefret çemberiyle kuşatılmış olmak dayanılmazdı.
İhsan’ın tüm bunlara rağmen yüzsüzce orada kalmaya, köylerinde yaşamaya, denizlerinden ekmeğini çıkarmaya devam etmesi, başta Cafer olmak üzere köydeki herkesin sinirini bozuyordu. Bu kendini bilmez katil onları hiçe sayıyordu, umursamıyordu, hiçbir şey olmamış gibi hayatına devam ediyordu. Buna izin veremezlerdi.
Vermediler de. Bir şafak vakti balığa çıkmak için sahile gelen İhsan, teknesini alevler içinde yanarken buldu. Anasının yasağına rağmen İhsan’a yardım etmeye gelen Umut da, sahile vardığında İhsan’ı gözleri dolu dolu, yanan teknesine bakarken buldu.
Acı bir çığlık koptu Umut’un dudaklarından. Atıldı. Umutsuzca söndürmeye çalıştı yangını. İhsan onu durdurdu. Artık çok geç olduğunu biliyordu.
“Umut” yok olmuştu. Geride külleri bile kalmamıştı. Tamamen ortadan kaybolmuştu. Bir zamanlar adıyla İhsan’ı ölümün eşiğinden döndüren, ona yeni bir yaşamın mümkün olduğu umudunu veren bu tekne, şimdi de her şeyin bittiğini, bu acımasız dünyada umuda yer olmadığını anlatan bir işarete dönüşmüştü. İhsan’ın içinde filizlenen umudu öldürmüştü.
Umut, İhsan’a baktığında, umudunu kaybetmiş bir adamın gözlerini gördü. Tıpkı onu ilk gördüğü günkü gibi, bir ölününkilere benziyordu gözleri. Yaşam parıltısı sönmüş, donuklaşmıştı. Yüzü bembeyaz, elleri kaskatı kesilmişti. Her haliyle aynı o günkü gibiydi. Aynı bir ölü gibiydi.
İhsan hiçbir şey söylemeden Umut’un saçlarını okşadı, sonra dönüp yürümeye başladı.
Umut peşinden koştu. “Nereye gidiyorsun?” diye sordu.
İhsan durdu, Umut’a bir an sessizce baktı.
Dünyanın bütün umutsuzluğu toplanmıştı yüzünde.
“Başka bir yere,” dedi sonra.
Dünyanın bütün umutsuzluğu toplanmıştı sesinde.
Döndü, yürümeye devam etti. Bir daha da dönüp arkasına bakmadı.
Umut olduğu yerde kalakaldı.
O başka yerin neresi olduğunu soramadı.
Gözlerinden yaşlar boşandı.
Arkasından bakarken İhsan’ı bir daha hiç göremeyeceğini hissetti. Ama yine de onu durdurmaya, gitmesine engel olmaya çalışmadı. Anlamıştı… İhsan’ı o köyde yaşatmayacaklarını anlamıştı. İhsan için o teknenin taşıdığı anlamı kavramıştı. Umudunun nasıl yok olduğunu gözleriyle görmüştü. Söylenebilecek hiçbir şey yoktu.
İşte böyle gitti İhsan. Umut onu son kez, bir şafak vakti, alacakaranlığın içinde gözden kaybolmasından bir an önce gördü. Sonraları onu düşünürken hep o anı hatırladı. İhsan’ın geceyle gündüz arasındaki mavilikte gözden kaybolduğu o anı… Belki bir gün tekrar karşılaşacaklarını hayal etti Umut.
Başka bir yerde…