Saray haricinde tasavvurunu sezdirecek küçük bir kelime söylemezdi, sadece vazifesiyle meşgul oluyor gibi görünürdü. Fakat adamlarıyla baş başa kalınca hep o serabı anardı ve ancak o mevzu üzerine konuşurdu. Bazı ihtiraslar, bulaşık illetlere benzer, gönülden gönüle geçer. Saltanat hırsı bu sari hastalıkların en mühimlerindendir. Cem’in beslediği ihtiras da etrafında yaşayanlara tamamen sirayet etmişti. Anası Çiçek Hatun başta olduğu hâlde karısı, ağaları, nedimleri, hep o hülya ile vakit geçiriyorlardı, aynı rüyayı yaşıyorlardı.
Fatih Sultan Mehmet, henüz sağ ve sapasağlam bulunduğu, veliahdın da sıhhati yerinde olduğu hâlde Konya sarayındakiler, âdeta Osmanlı tahtına sahip geçiniyorlardı. Çiçek Hatun, kendi yatağında bir valide sultan gibi uyuyordu. Defterdar şahidi, bütün imparatorluğun maliye amiri gibi hesaplar yürütüyordu. Nişancı Sadi, şimdiden Macar kralına, Mısır sultanına, Venedik dojuna gönderilecek “name-i hümayun”ların müsveddelerini hazırlıyordu, Şair Kandi, gün başına bir cülus tarihi yazıyordu!
O gece de aynı şeyi konuşuyorlardı. Cem Sultan’ın tahta çıkmasıyla beraber vezirler, valiler ve kumandanlar arasında yapılacak değişiklikleri -kim bilir kaç yüzüncü defa olarak- müzakere ediyorlardı. Cem’in maiyet alayı kumandanı olan Gedik Nasuh, Sadrazam Karamanlı Mehmet Paşa’nın azlolunup olunmayacağını sordu. Şehzade menfi bir işaret yaptı.
“Hayır…” dedi. “Onu yerinde koyacağım. Bana sadakati var!”
“Cenabın benden iyi bilir ama davaya delil ister şehzadem. Mehmet Paşa’nın sana sadık olduğu ne malum?”
“Amasya’dakini babama gamz etti,16 kötülemeye savaştı. Beni sevmese bunu yapmazdı.”
Cem, büyük kardeşi Beyazıt’ı hep o suretle, “Amasya’daki” kelimesiyle anardı. Onun adını ağzına almaktan iğrenirdi. Şimdi de Karamanlı Vezir’in sadakatini delil ile ispat etmek isterken aynı şeyi yapmıştı. Fakat berikiler, efendilerinin kardeşini hürmetsiz bir lisanla anamazlardı, bunu bizzat Cem’e karşı saygısızlık addederlerdi. Şu kadar ki hürmetle de anmak ellerinden gelemezdi, çok dikkatli hareket etmek mecburiyetinde kalırlardı.
Gedik Nasuh da bu dikkati yaptı, Beyazıt’ı dile almadan hadiseyi sordu:
“Ben kulun bu işi bilmiyorum. Karamanlı Vezir sana yarar ne yaptı ki?”
“Amasya’dakinin gece gündüz afyon yuttuğunu, salaklaştığını, bu gidişle bunayacağını babama söyledi”
“Sonu ne oldu?”
“Babam kızdı. Amasya’dakinin lalası Fenarizade Ahmet Bey’e ağır bir mektup yazdı, bir iyi azarladı.”
“Azarlanan lala!..”
“Kızım sana söylüyorum, gelinim sen anla demezler mi? Bu da öyle… Silleyi yiyen Ahmet Bey olsa da acısını çeken öbürüdür!”
“İş sözde kalıyor şehzadem. Hâlbuki söz uçar!”
“Yazı uçmaz Nasuh Bey. Zaten Karamanlı Vezir, o mektubun suretini bana gönderdi. Muska gibi saklıyorum. Günü gelir, lazım olur.”
“Aklım kısadır şehzadem, beni hoş gör, anlamadım. O mektuptan size ne fayda hasıl olur?”
“Amasya’daki ile bir gün karşılaşırsak, boy ölçüşürsek o mektubu bir mızrağın ucuna asıp onun askerlerine gösteririm. ‘Bakın, okuyun, Fatih’in hayvan dediği bir adamın ardına düşmekten utanın!’ diyeceğim.”
“Şevketlu hünkâr bunu demiş mi şehzadem?”
“Demiş ama, nezaketle!”
Ve nedimlerinden Ayas Bey’e döndü.
“Şu mektubu getir.” dedi. “Gedik Nasuh da görsün. Karamanlı Vezir’in bana nasıl yardım ettiğini anlasın.”
Biraz sonra, Fatih tarafından, Beyazıt hakkında hayli ağır sözleri ihtiva etmek şartıyla Fenari Ahmet Bey’e yazılan meşhur mektubun sureti elden ele geziyordu. Bu mektup, Fatih’in muhabbetini Beyazıt’tan Cem’e çevirmek için çalışan Nişancı Paşa’nın verdiği jurnal üzerine yazılmıştı, Cem’in dediği gibi, sureti de yine onun eliyle Konya’ya gönderilmiş bulunuyordu.
Osmanlı tahtına usulen namzet olan bir prensin nasıl yaşadığını, kimlerle düşüp kalktığını, ne gibi itiyatlar ve iptilalar taşıdığını Fatih’in lisanından söyleyen bu mühim vesika salonda bulunanlar tarafından ayrı ayrı okunuluyor ve her ağızdan “Çok iyi, çok iyi!” kelimeleri dökülüyordu.
Cem, nedimlerinden en küçük payelisinin de mektubu okumasını müteakip Nişancı Sadi’ye emir verdi:
“Bunu bir de sen oku, hepimiz dinleyelim. Ola ki içimizde yazıyı seçemeyenler bulunsun!..”
Sadi, hemen ayağa kalktı, salonun ortasına geldi, minberde hutbe okur gibi bir vaziyet aldı, yüksek sesle okumaya başladı:17
“Fenarizade Ahmet Bey’e hüküm ki,
Oğlum Beyazıt’ın hizmetinde bulunan Mahmut ve talebeden Müeyyetzade Abdurrahman’ın birçok naşayeste ahvali olduğu, mukaddema Uğurlu Mehmet’in firarına ve Alaüddevle’nin mahpus ve Âşık Bey’in maktul olmasına ve oğlumun hazinesine birtakım şerirlerin el uzatmasına sebep oldukları, o taraflarda avam-ü havas kendilerinden müteezzi oldukları bana arz olunmuştur.
Envai hususiyatla fesatlarından gayri benim oğlumu ‘tabızati’ muktezasından çıkarılıp esrarı mühimme ilka edip hatırı şerifine gubarı hayretten inkisar müterettip olmuş; maacini garibe ve dahi berşü afyondan mürekkep olmuş nice mükeyyefatı acibe getirip menafi-i kesire ve fevaid-i latife arz edip daire-i insaniyetten çıkarıp mizacı şerifine fütur tari olmuş.
İmdi sen ande ne maslahat için konup durursun ve ne beklersin? Bunun gibi fezahat anlaşılmaz mı? Eğer muttali olup da tecahül ediyorsan bundan eşed hıyanet olur mu? İntizamı mesalih için sana siyaset ettirmek muktazi idi. Lakin oğlumun şerefi hizmeti için, ecdadının yüzü suyu için affettim.
Hükmü vacibülimtisal vardığı gibi bir an tehir ve terahi etmiyerek mazmuniyle amel eyleyesin. Fermanım oldur ki bu bedbahtların vücudu napaki bieyyihal zail ola!
Cem, mektubun okunması bitince Gedik Nasuh’a sordu:
“Daire-i insaniyetten çıkan, mizacına fütur tari olan bir adam, padişah olur mu?”
“Olmaz.”
“Bu hükmü babam da vermiş СКАЧАТЬ
16
Gamz etmek: Gammazlamak, ara bozuculuk etme. (e.n.)
17
Bu mektup, Fatih’in kaleminden çıkmak itibarıyla enteresandır, romanımızla da alakası vardır. (y.n.)