O, pazardan eve ve evden medreseye heybe ve sini taşırken bir gönül aşı pişirmeye kalkışmış, hocasının kızıyla mercimeği fırına vermek istemişti. Bu teşebbüs medrese dersleri kadar uzun bir dayakla ve kovulmakla neticelendi. Ondan sonra nereye kapılanmışsa aynı yola sapıyordu, aynı hüsranlı akıbete uğruyordu. Fakat iş bilir ve iş görür bir adam olduğu için açıkta kalmıyordu, nitekim şimdi de vezir dairesine kapılanmıştı, sayılı ağalar arasına girmişti. Şu kadar ki yeri, harem dairesinden bir kilometre uzaktaydı!
Huy, hakikaten canın altındadır. Değme musibetler, felaketler ve hele kuru öğütler, boş nasihatler kötü huyları değiştiremez. Leylek Murat da tahtırevan perdesinde bir çift göz görür görmez her şeyi unuttu, biricik kötü huyuna bütün iradesini kaptırdı, manasız hülyalara daldı. Ne Nişancı Paşa’yı ne Cem Sultan’ı düşünüyordu, taşıdığı mektubu bile hatırlamıyordu, aklı ve fikri tahtırevanın perdesine takılı kalmıştı. Çabuk alev alan, gönüllerini bir lahza perçemlere, gözlere, dudaklara, gerdanlara bağlayan her insan gibi o da hayalinde çarçabuk vuslat şatoları kurmaya girişmişti! Şu gözler kimindi? Güzel bir yüzün mü, çirkin bir çehrenin mi üstünde bulunuyordu? Onların sahibi -genç veya ihtiyar, güzel veya çirkin- kendisiyle alakadar olacak mıydı, alelacele yapmaya koyulduğu şatolarda yer alacak mıydı? Bunları da düşündüğü yoktu, yanık bir sezgi içinde hülya sıralıyordu, uyanıkken rüya görüyordu!
Kendisiyle konuşan atlı, bu alevli dalgınlığın farkında olmadığı için hikâyelerine devam ediyordu. Hacı Çelebi’nin kerametlerini sayıp döküyordu. Leylek Murat, bu sözlere karşı kaval dinleyen bir koyun kadar bile hassas değildi, sadece başını sallayıp duruyordu. Fakat perdedeki gözlerin yerinde birdenbire yarım bir ay belirdiğini görünce cezbeye düştü.
“Hay bre!” dedi. “İçime kor koydun, yüreğimi yalazladın. Gayri sizden ayrılmam, kendi yoluma gidemem, Çelebi’nin elini öpüp kölesi olacağım.”
Öbürü zaten böyle hadiselere alışıktı. Karaman’ın köylerinden değil, saatlerce uzak yerlerden bile Çelebi’nin yüzünü görüp sözünü işitmeye gelenler vardı. Bunların çoğu o nimete erdikten sonra postu dergâha sererler, boğaz tokluğuna uşaklık ederlerdi. Şu ulak kılıklı atlı da aynı şeyi yapıyordu, kulaktan aşka tutulup Çelebi’ye kul olmak istiyordu.
Hacı Çelebi hakkında durup dinlenmeden malumat veren, onu yarı ilahlaştıran adam, bu kanaatle hiçbir hayret eseri göstermedi.
“İyi edersin.” dedi. “Bizim sürüye katılırsan ahiretin mamur olur. Biz hep öbür dünyada bir köşk sahibi olmak için bu hizmeti kabul ettik, Çelebi’ye bağlandık.”
Leylek, açılıp kapanan ayla meşguldü, o ayın ışığına gönül vermişti, yine o ışıktan uzak kalmamak için Çelebi’ye kapılanmayı tasarlıyordu. Şimdilik ahiretle alakası yoktu, hele tahtırevandaki nur parçasını geri koyup da öbür âlemde köşk kazanmayı hatırına bile getirmiyordu, bu sebeple için için güldü.
“Hele bir yol…” dedi. “Çelebi’yi görelim, yüreğimizi aydınlatalım, ahireti sonra düşünürüz.”
Beriki dindar bir ısrar gösterdi:
“Cennetin yolu, Çelebi’nin eşiğinden başlar. Oraya yüz süren, cennetin de kokusunu alır.”
“Ben şimdilik o kokuyu alıyorum, hurileri bile görüyorum. Bir iki saate kadar dileğime kavuşmazsam, sizin sürüye karışmazsam ölürüm!”
Büyük bir kalabalık, Kütahya’nın kenarında kafileyi karşılamaya çıkmıştı. Anadolu Beylerbeyi Sinan Paşa da onların arasındaydı, Karamanlı Çelebi’nin elini öpmeye hazırlanıyordu. En önde yürütülen süslü bir tahtırevandaki Çelebi, karşılayıcılardan haberdar edilince emretti, kafile durdu ve başta Sinan Paşa olmak üzere yüzlerce adam, tahtırevanın penceresi önüne yığıldı. Herkes aşkla, şevkle, keramet ehli yolcunun elini öpüyordu, hayır duasını alıp sevine sevine geri çekiliyordu. Yalnız Sinan Paşa, dudaklarında getirdiği sevgileri, saygıları, Çelebi’nin zayıf eline bıraktıktan sonra da ayrılmamıştı, kalabalığın dağılmasını bekliyordu. O, el öpme işine koşan Kütahyalıları murakabe ediyormuş5 gibi dikkatli dikkatli bakınıyordu. Ziyaretçilerin ağızlarından çıkan sözleri kelime kelime dinliyordu ve onlara verilen cevapları da âdeta ezber ediyordu. Bu iş biter bitmez ilerledi, Çelebi’nin elini bir kere daha öptü.
“Üç gün…” dedi. “Benim konuğumsun, evimin nurusun. Aziz başına ant içiyorum: Bırakmam!”
Çelebi gülümsedi:
“Çokluğuz, sizi rahatsız ederiz. Bu gece sohbet edip yarın izninle yola çıkalım.”
“Olmaz, vallahi olmaz, tallahi olmaz. Seni gökte ararken yerde buldum. Nasıl olur da çarçabuk bırakırım?”
“Peki paşam, üzülme, dediğin olsun!”
Şimdi kafile, Anadolu valisinin konağına doğru yürüyordu. Leylek Murat da kısa bir an içinde dostlaşmış olduğu atlı ile atbaşı bir yürüyerek kafileyi takip ediyordu. Oraya gelinceye kadar olduğu gibi, el öpme merasiminin cereyan ettiği sırada da gözünü mahut tahtırevandan ayırmamıştı. Yoldaş tuttuğu adamla konuşur gibi göründüğü hâlde mütemadiyen tahtırevandaki kadınla meşgul olmuştu. Hizmetçi mi, hanım mı olduğu belli olmayan o parlak yüzlü mahluk da onunla alakadardı, ikide bir perdeyi aralıyordu, gözlerini Leylek Murat’ın pos bıyıklarına, geniş omuzlarına dikiyordu. Bu bakışlar o kadar ustalıklı yapılıyordu ki, Leylek’in yanı başındaki adam, farkında olmuyordu. Belki tahtırevan içinde bulunan diğer kadınlar da bu mücrim hareketi sezemiyorlardı.
Leylek Murat, ne yapacağını tasarlamış değildi, kör körüne yürüyordu, şimdilik tek bir şey düşünüyordu: Kafileden ayrılmamak! Bu suretle cazibesine tutulduğu güzelin yakınında bulunmuş olacaktı. Ondan ötesini tesadüfe, daha doğrusu bahtına bırakıyordu. Gerçi o bahtın bu gibi işlerde hiç de lütufkâr olmadığını biliyordu. Lakin tahtırevan güzelinin gülümseyen bakışları, zalim bahtın artık merhamete geldiğini ispat ediyordu ve Leylek Murat, sellemehüsselam6 atıldığı bu yeni maceranın hoş neticeler vereceğini umuyordu!
Onunla konuşan ve şöhretli Çelebi’nin hizmetkârları arasına girmeye teşvik eden adam, kafilenin konuk olarak şuraya buraya dağıtılmasına başlandığı vakit yaklaştı, elini Leylek Murat’ın omzuna koydu.
“Sen…” dedi. “Benimle bile kal. Şu gürültü savulsun, herkes yerine dağılsın. Seni ben Çelebi’nin yanına götürürüm, el öptürüp daireye yazdırırım!”
Bu, iyi bir yardımdı ve tahtırevandaki kadınlar, kendilerinin götürüldüğü konağın harem dairesine indirildikleri için Leylek Murat’ın başka yere gitmesine zaten imkân da yoktu. Bu sebeple tereddütsüz kabul etti, atını öbür atlının hayvanını bağladığı ahıra götürdü ve yine o atlı ile beraber kendilerine tahsis olunan odaya girdi, silahlarını duvara astı, aynı odada bulunan Çelebi’ye mensup diğer adamlar gibi СКАЧАТЬ
5
Murakabe etmek: Denetlemek. (e.n.)
6
Sellemehüsselam: Ulu orta, çekinmeden, destursuz. (e.n.)