Hem ulak hem mürit?.. Zeki Çelebi, bu iki zıt sıfatı birbirine yaklaştırmak istiyordu. Ulaklar, ancak padişah ve vezir adamı olabilirlerdi. Mürit ise onlarla alakasız insanlardı. O hâlde bu sevdalı adam, ne yaman bir ateşe tutulmuştu ki, vaziyetini unutup şeyhler kapısına yanaşıyordu.
Hacı Çelebi, ilkin bu ciheti halletmek istedi, kurnaz bir soruşla Leylek Murat’ı söyletmeye girişti:
“Bize yanaşan meramına yanaşmış olur. Elverir ki sözü doğru, özü doğru olsun. Nasıl, kendine güveniyor musun?”
Zavallı Leylek, tahtırevan güzelinin baygın gözlerini hatırlayarak hemen cevap verdi:
“Özüm de sözüm de doğrudur.”
“Öyleyse tanışalım: Adın ne?”
“Bildiniz ya, Murat!”
Çelebi, onun adını ne suretle bilmiş olacağını düşünmeye lüzum görmedi. Çünkü o, aklından bile geçmeyen şeylerin kendisinden zuhur ettiğine hükmedildiğini bilirdi. Alelade sözlerinin halk ağzında renk renk tefsirlere uğradığını da görüp duyuyordu. Bu sebeple hay-retsiz ve tereddütsüz sözlerine devam etti:
“Nereden gelip nereye gidiyorsun?”
“Gebze’den yola çıktım, Konya’ya gidiyorum, ününü duydum, gönül verdim, kapına geldim.”
Ulak Murat, işte burada leylekliğini gösterdi, taşıdığı aşkın verdiği sersemlikle her şeyi apaçık söyledi, Vezir Karamanlı Mehmet Paşa’nın kendini gece yarısı otağa çağırdığını, Cem Sultan’a verilmek üzere eline bir kâğıt tutuşturduğunu, alelacele yola vurduğunu birer birer anlattı, mektubu da koynundan çıkarıp şeyhin önüne koydu.
“İşte…” dedi. “Bu kâğıt için ulak oldum, lakin ayaklarım artık kösteklendi, senden ayrılıp da ileri gidemem, varsın mektup beş gün sonra yerini bulsun. Ben seninle bile gideceğim.”
Çelebi’nin kaşları çatılmıştı, kafasında bir sürü mülahazalar kaynaşıyordu, Karamanlı Mehmet Paşa, Cem Sultan isimleri ayrı ayrı iki burgu hâlinde zihnini oyuyordu. Çünkü o, Nişancı Vezir’in amansız bir düşmanı idi, Cem Sultan’ı da günahı kadar sevmezdi. Vezir ile düşmanlığı çocukluklarından başlamıştı. Her ikisi de Karamanlı ve bir mahalleli idiler. Küçükken sık sık dövüşürlerdi ve bu dövüşmeler daima Çelebi’nin dayak yemesiyle nihayetlenirdi.
Biri şeyhlikle, diğeri devlet adamlığı ile hayat yolunda yükseldikçe çocukluk kini başka bir istikamet almış ve sönmez bir husumet hâline geçmişti. Nişancı Vezir, devletçi gözü ile onu tahlil ve takip ediyordu, tehlikeli bir unsur sayarak hakkında bazı mahrem tedbirler almaya savaşıyordu. Çelebi de vaktiyle kendisini döven, hırpalayan mahalle komşusunun şimdi imparatorluğu idare etmek mevkisine geçmesini kıskanıyordu, her yerde onun aleyhinde lisan kullanıyordu, şerefini kırmaya çalışıyordu. Bu gidişle bir gün bunların karşı karşıya geleceklerinde şüphe yoktu. Ya Karamanlı Paşa, bir fırsatını bulup onu ordularla ezecekti. Yahut Hacı Çelebi, padişaha hulul ederek rakibini kündeden atacaktı.
Çelebi’nin Cem Sultan’ı sevmemesi de yine Nişancı Vezir yüzündendi. Genç prensle şöhretli vezir arasında gizli bir dostluk bulunduğunu adamları sayesinde öğrenmişti. Düşmanının dostu kendisinin düşmanı olacağı için Cem Sultan’dan huylanıyordu. Onun, içine amber karıştırıp şarap içmesini, delikanlılarla güreş tutmasını, ırmaklarda yüzüp kumda yatmasını vesile yaparak kulaktan kulağa dedikodular yürütüyordu ve şehzadeyi kötülemeye, kötü göstermeye uğraşıyordu.
İşte bu vaziyette bir adamla, Leylek Murat’la karşılaşmış, mahrem bir mektuptan haberdar olmuş ve hatta o mektubu ele geçirmiş bulunuyordu. Artık gaflet ve tereddüt gösteremezdi, mutlaka bu fırsattan istifade edecekti. Fakat telaşa kapılmıyordu, kayıtsız görünüyordu. Leylek Murat’ın mektubu önüne koyması üzerine husule gelen şaşkınlığı da bir lahza içinde gidermişti, zihnini işletip planlar sıralıyordu. Gafil âşığın hikâyesi bittikten sonra gülümsedi.
“İyi ama evlat…” dedi. “Emanete hıyanet olmaz. Sen bu mektubu bana vermek için değil, Cem Sultan’a götürmek için aldın. Vazifeni yapmalısın.”
Leylek, hafakanlar içindeydi. Uğursuz mektubu götürmek, Çelebi’nin kafilesinden ayrılmak demekti. Bu ayrılış ise aziz sevgiliyi kaybetmekten başka bir şey değildi. Leylek, böyle bir felakete tahammül kudretini nefsinde bulamıyordu. Lakin mektubu götürmemek cihetini de birdenbire ileri süremiyordu. Böyle bir hareketin, Çelebi tarafından da söylenildiği veçhile, emanete hıyanet sayılacağını ve bizzat Çelebi’nin bu kayıtsızlığı hoş görmeyeceğini düşünüyordu. Tükürüğüne sakalla bıyık arasında hedef bulamayan alıklar gibi yutkunup duruyordu!..
Çelebi, aşk yüzünden pot üstüne pot kıran ulağın donuk donuk bakışından, sık sık yutkunuşundan tam bir sersemliğe düştüğünü anladı, işi kendi çıkarına göre idare etmeye koyuldu:
“O kadar sıkılma oğul…” dedi. “Bu dünyada yalnız ölüme çare bulunmaz, başka her derdin dermanı vardır. Baba ile evlat gibi konuşup anlaşarak bu mektup maslahatını da kitaba uydururuz, hesaba sığdırırız. Sen bana işin içyüzünü deyiver.”
Hangi işin içyüzü?.. Leylek Murat, bu kelimelerden tahtırevan güzeline gönül verişinin sorulduğunu zannetti. Dervişin fikri neyse zikri de odur derler. Alık Murat da kulağına çarpan her sesin yüreğinde yanan emelle alakadar olduğunu sanıyordu. Fakat o gönül sırrını açığa vurmaya da cüret gösteremiyordu. Yine yutkunuyordu, ellerini ovuşturuyordu.
Çelebi, maksadını izaha lüzum gördü:
“Bir kere bana haber ver: Şevketlu hünkâr nicedir?”
“Hastadır.”
“Hasta mı? İyi biliyor musun?”
“Üsküdar’da mizacını bozdu, ata binemez oldu, tahtırevana kondu. Hünkârçayırı’na öyle geldi!”
“Allah şifalar versin. Ya Nişancı Vezir?”
“Turp gibidir!..”
“Sana bu kâğıdı verirken ne dedi?”
“Üç günde Konya’ya gideceksin buyurdu.”
“Seninle bile çıkan başka ulak var mıydı?”
Leylek Murat, başını eğip düşündü. Sadrazamın otağına girerken Keklik Mustafa’nın bir kapı yoldaşına, “Bana yol göründü kardeş, Allah’a ısmarladık.” dediğini hatırladı. Vezirin huzuruna çıkmakta acele ettiği için o zaman bu sözlere ehemmiyet vermemişti. Ancak şimdi manalarını anlıyordu ve Çelebi’ye de anlatıyordu:
“Gaibi Allah bilir ama Keklik СКАЧАТЬ