Cem gülümsedi:
“Var ol Kandi! Adın gibi sözün de şeker… Amasya’dakini ben tahttan atmak istiyorum. Sen de şairlik postundan düşürüyorsun. İkimizin de hedefi bir. Yalnız onu şair tanıyanlar kim? İsimlerini ver de kelleleri düşürüleceklerin defterine yazalım, günü gelince kayıtlarını görelim!”
Kandi, şöyle bir düşündü ve saydı:
“Necati, Tacizade, İbni Kemal, Müeyyetzade Vasfi, Hacı Hüseyin oğlu!”
“Bunlar ne yaptılar?”
“Her dud ki peyda şeved ez sinei çakem, / Ebri şevedü girye künet ber seri hakem! beyitini ayrı ayrı tanzir ettiler.”20
“Beyit, Amasya’dakinin imiş. Onun ağzına böyle düzgün söz yakışmaz ama öyle diyorlar. Saydığın adamlar da öyle sanıp nazire düzmüşler demek.”
“Evet şehzadem, bu suçu işlemişler. Birer birer falakaya yatırılmalıdır.”
Cem, bu gülünç teklif üzerine münakaşaya yürüyecek miydi, kardeşinin şairliğini de kıskanmak çocukluğunda ısrar edecek miydi? Onun, saltanat hırsıyla, Beyazıt’ı her şeyde ve her vesileyle küçültmek, alçaltmak istediğine göre bu manasız mevzu üzerinde de tevakkuf etmesi21 muhtemeldi. Gelen kapıcılardan birinin “Lâlî geldi, huzura çıkmak istiyor!” demesi, bahsin kapanmasını mucip oldu ve bütün gözler, misafirin girdiği kapıya çevrildi.
Lâlî, o devrin tanınmış şairlerindendi, bilhassa Farisi dilinde ihtisası vardı. Birkaç yıl evvel kendini Acem göstererek Topkapı Sarayı’na girip çıkmak, Fatih’le sık sık görüşmek yolunu bulmuştu. Böyle milliyetini inkâr ve başka bir milliyete intisap eder görünmesi, Fatih’in tuhaf bir âdetinden ileri geliyordu.
Türk kanı taşıyan ve Türklere hükümdarlık eden bu şöhretli hünkâr, Acem harsına bağlıydı. Etrafına hep o harsı benimsemiş adamları toplamak isterdi. Lâlî, onun bu zaafından istifade etmeyi kurarak kendini Acem göstermiş, Acem tanıtmış ve Fatih’in birçok parasını almıştı.
Bir gün nasılsa foyası meydana çıktı, mükemmel bir kötek yiyerek saraydan kovuldu. Artık onun adı Uğursuz kalmıştı, bütün şairler kendisini o isimle anıyorlardı. Fakat Lâlî, yediği dayağı kalem sillesiyle iade etmekten çekinmedi, şu manzumeyi yazdı, Fatih’e yolladı, kendine Uğursuz diyen şairleri de uzun hicviyelerle hırpaladı ve sonra Karaman vilayetine kaçtı, Cem Sultan’a sığındı:
Gevhere kıymet olmaya kanda,
Dür bahasın bula mı ummanda.
Söylenür nükte vü mes’eledir bu:
Olur elbet çırağ dibi karanu!
Eğer ademde marifetse murad:
Ne fazilet verirmiş ana bilad?
Taştan sadır oldu gerçi gühar
Muteberdir veli, niteki hüner!
Rum’da kellenmesin mi Acem?
Oldu bu izzetiyle çün ekrem!
Acemin her biri ki Rum’a gelir,
Ya vezaret ya sancak uma gelir!
Lakabı da kendiyle birlikte gelmişti, genç prensin sarayında muhabbet ve ikram görmekle, en mahrem meclislere girip çıkmakla beraber yine Uğursuz diye çağrılıyordu. Hatta bizzat Cem, onu o suretle yâd ederdi, yüzüne karşı da o ismi verirdi, bu gece de aynı şeyi yaptı.
“Gel bakalım Uğursuz.” dedi. “İnşallah meclisin meymenetini kaçırmazsın.”
O, hiç tınmadı, şehzadeyi yerlere kadar eğilerek selamladı ve heyecanlı bir sesle iki üç beyit okudu:
“Sultan Cem ki Husrevi Cemşit nişan iken,
Mahi saadete eşiği asüman olur.
Her yerde âdetiyle kerem hemnişin olup,
Her yerde mevkibiyle zafer hem inan olur.”
Lâlî, hakikaten şairane okuyordu, kelimeler ağzında can buluyordu ve dinleyenlerin kulakları onun ahenkli sesinden, müheyyiç22 bir musiki dinler gibi zevk alıyordu. Bu zevkin en yükseği Cem’de idi, yerinde duramayacak kadar coşkunluk gösteriyordu ve bağırıyordu:
“Bre Sinan, bre Üveys, durman, şu Uğursuz’un ağzına altın koyun!”
Nedimler, efendilerinin emrini yerine getirmek için koşuyorlar, avuç avuç altın getirip şairin ağzına akıtıyorlardı. O, bir taraftan bu altınları çıkarıp koynuna dolduruyordu, bir taraftan da kasideyi okumaya devam ediyordu. Şiiri bitirdikten sonra yürüdü, Cem’in eteğini öptü, bir tarafa çöktü.
Şehzade, şairin sebebiyet verdiği heyecanı giderdikten sonra sordu:
“Ne var, ne yok Uğursuz?”
“Hayırlar şehzadem, şimdilik bekliyoruz.”
“Neyi?”
“Ayın güneş olmasını!”
Cem, tegafül gösterdi.23
“Acayip…” dedi. “Nasrettin Hoca merhumun ‘Eski aylar, kırpıla kırpıla yıldız olur.’ dediğini duymuştuk ama ayın güneş olduğunu işitmemiştik. Bu, nice olur?”
“Şimdi aysın sultanım, tahta geçtiğin gün güneş olacaksın..”
Cem, içini çekti:
“Bir ay da Amasya’da var, güneş olmayı bekliyor.”
“O bekleyedursun. Biz doğacak güneşi bugünden kutlularız…”
Eski mevzu yine tazelenmişti, hülyalar, şarap kuvvetiyle küstahlaşarak dillerde gelişigüzel dolaşıyordu. Kelimeler sarhoştu, fikirler yalpalıyordu. Fakat meclis şendi. Başıboş bırakılan ikbal hırsının ağızlarda şahlanmasından herkese neşe bulaşıyordu. Ara sıra remiller atılıyor, fallar açılıyordu. Kâğıtlara çizilen hatlar, eğri büğrü rakamlar ve fal için kullanılan baklalar, boncuklar da -meclisin zevkleşen ruhundan ilham alıyorlarmış gibi- hep iyi neticeler müjdeliyorlardı. Cem de nedimleri de muhiti unutmuşlardı, zamanı unutmuşlardı, benliklerini unutmuşlardı. Konya’dan İstanbul’a göçmüşler, saltanat mevkisine geçmişler gibi hayale kapılmışlardı. Biri bol keseden veriyordu, öbürleri çılgın bir tehalükle bu muhayyel bahşişleri kapışıyorlardı, benimsiyorlardı.
Cem, tam çakırkeyif olunca şöyle bir gerindi.
“Eh…” dedi. “Hayli çene çaldık, biraz da eğlenelim.”
Lâlî, hayalin humarını24 birdenbire gideremediği için sayıkladı:
“Ferman padişahımız efendimizindir!..”
Cem, СКАЧАТЬ
20
“Delik deşik olan göğsümün yarıklarından sızan her ah, göğe yükselip bulut oluyor ve ağlaya ağlaya yine başıma dökülüyor.” diye tercüme edilebilen bu beyit Beyazıt’ındır. Zamanında bütün şairleri imrendirmiş ve yüzlerce nazireler yazılmasına sebep olmuştur. (e.n.)
21
Tevakkuf etmek: Durmak, eğleşmek, eğlenmek. (e.n.)
22
Müheyyiç: Coşturucu, heyecan verici. (e.n.)
23
Tegafül göstermek: Anlamazlıktan gelmek. (e.n.)
24
Humar: İçki veya uyku sersemliği. (e.n.)