Smolin’in ilgi ve bilgi alanıysa, tüccar hayatının sınırları içinde kalıyordu: Evleri, gemileri, atları hesaba katıp değerlendirerek, kimin daha zengin olduğunu kesinlikle ortaya çıkarmaya bayılırdı kızıl oğlan. Derin bilgi sahibiydi bu konuda ve büyük bir şevkle konuşurdu.
Tıpkı Foma gibi, o da Yejov’a karşı merhametli bir tavır takınırdı; ama dostluk yanı fazla, kibir yanı az bir merhametti bu. Gordeyev’le Yejov’un her ağız dalaşmasında derhâl araya girer, barıştırırdı onları. Bir keresinde de okuldan eve dönerken sordu Foma’ya:
“Yejov’a niye o kadar sert çıkıyorsun kuzum?”
Foma öfkeyle cevap verdi:
“Peki o niye kendini bir şey sanıyor?”
“Kendini bir şey sanıyorsa, bunun asıl sebebi senin çalışmaman ve onun sana daima yardım etmesi. Aslında müthiş zeki bir çocuk… Yoksulluğa gelince, kendi kusuru değil ki bu… Üstelik, her istediğini öğreniyor ve görürsün o da zengin olacaktır…”
“Sivrisinek…” dedi Foma tiksinti dolu bir sesle. “Tam bir sivrisinek, anlıyor musun? Vızıldar, vızıldar ve bakarsın birden ısırmış!”
Ama hepsini birleştiren bir şey vardı hayatında çocukların; zaman oluyor, karakter ve durum ayrılıklarının bilincini tamamıyla kaybediyorlardı. Her pazar Smolinlerde toplanıyor ve evin, geniş bir güvercinlik bulunan kanadının damına tırmanarak güvercin uçuruyorlardı.
Besili güzel kuşlar, kar beyazı kanatlarını çırparak birbiri ardından havalanır ve çatıya konarlardı sıra hâlinde. Güneş ışığının parlaklığında hemen dem çekmeye koyulur, çocukların önünde türlü pozlar alırlardı.
Sabırsızlıkla sesi titreyerek haykırırdı Yejov: “Korkut biraz onları, ürküt hadi!” Nihayet Smolin, büyük bir el hareketiyle havayı döver ve ıslık çalardı.
Ürken güvercinler, koyuverirlerdi kendilerini boşluğa; çırpışan kanatların gürültüsüyle dolardı ortalık. Ve sonra müthiş bir açılışla geniş daireler çizerek yükselirlerdi gökyüzünün mavi derinliğinde; gümüş ve kar rengi tüyleri, gittikçe daha yücede pırıldardı. İşte aralarından biri, şahinlere yaraşır bir sükûnetle kanatlarını ardına kadar açıp hareketsiz bırakarak, gök kubbeye ulaşmak istercesine atılıyor. Ötekiler fır dönüyor boşlukta, karlı kesekler gibi düşüyor ve yeniden ok gibi yukarı fırlıyorlar. Tüm güvercinler bir an bomboş gökte hiç kımıldamadan durur gibi geliyor çocuklara, sonra bu yığın gittikçe dağılıp eriyor. Başlarını arkaya atmış, yorgun gözlerini bir an bile kuşlardan ayırmaksızın, sessiz bir hayranlıkla izliyorlar uçuşlarını. Dingin bir sevinç parlıyor bakışlarında; güneşin hüküm sürdüğü arı yücelere doğru rahatça uçan bu kanatlı yaratıklara karşı gıpta duygusuyla karışık bir sevinç… Mavi gökyüzüne kakılmış beyaz bir leke gibi duran kuşlar, gittikçe ufalarak uçarken çocukların hayal gücünü de sürüklüyor ardından. Ve Yejov, boğuk ve dalgın bir sesle, ortak duygularını dile getiriyor:
“İşte böyle havalanıp uçmalıymış be çocuklar!”
Kuşların gökyüzünün diplerinden dönmesini sessizce ve dikkatle beklerken, aynı şevkle birleşip birbirlerine iyice sokuluyor çocuklar; tıpkı güvercinler gibi, dünyadan uzaklara, gerçeğin soluğunun erişmediği yerlere kopup gitmişti onlar da. Ve şu anda sadece birer çocukturlar artık, ne kıskançlık duyarlar ne öfke; her şeye yabancı, yalnız birbirlerine yakındırlar; tek kelime söylemelerine hacet kalmadan, karşılıklı gözlerinin ışıltısından sezerler duygularını. Ve gökteki kuşlar gibi mutludurlar…
Uçmaktan yorgun, sanki düşercesine çatıya konan güvercinleri, güvercinliğe almışlardı. Bütün oyunların ve bütün maceraların ilhamcısı olan Yejov, “Hey çocuklar!..” diye haykırıyor. “Elma avına gidelim hadi…”
Bu çağrı, güvercinlerin üflediği barışı bir anda alıp götürüyor çocukların ruhundan. Ve işte şimdi alabildiğine ihtiyatlı, tam bir yağmacı yürüyüşüyle, en ufak gürültüleri, en basit çıtırtıları bir plaçkacı gibi dikkatle dinleyip değerlendirerek arka taraftan komşunun bahçesine süzülmekteler. Yakalanma ihtimalinin verdiği dehşet, içlerinde, cezasız kalacak bir hırsızlığın umuduyla örtülü. Hırsızlık da bir emektir, tehlikeli bir emek ve her emeğin meyvesi tatlıdır! Çok çaba istediği nispette daha da tatlı… İhtiyatla aşıyorlar bahçenin çitini ve bütün çevreye keskin ve ürkek bakışlar atarak elma ağaçlarına doğru kayıyorlar. Her yaprak hışırtısında yürekleri ağızlarına geliyor, yakalanmaktan korktukları kadar tanınmaktan da ürküyorlar; buna karşılık bahçe sahibi onları şöyle uzaktan görür de bağırıp kaçırmakla yetinirse, müthiş memnun olacaklar. Dört bir yana dağılıp yitecekler hemen; sonra da bir araya geldiklerinde, gözleri şevk ve cüretle alev alev, kovalanırken duyduklarını ve ayaklarının altında yer tutuşmuşçasına nasıl koşup tüydüklerini anlatacaklar birbirlerine gülerek.
Foma, bu yağmacılık seferlerine, bütün öteki macera ve oyunlardan çok daha fazla kaptırıyordu kendini; üstelik o kadar atak davranıyordu ki şaşırıp irkiliyordu arkadaşları. Bile isteye tedbirsizlik yapıyordu bahçelerde: Yüksek sesle konuşuyor, dalları çatırdatarak kırıyor, kurtlu elmaları koparıp bahçe sahibinin evine doğru inadına fırlatıyordu. Suçüstü yakalanmak tehlikesi ürkütmüyordu onu. Tehlike sezince şaşalamıyordu bile. Bakışları karanlıklaşıyor, dişlerini sıkıyordu; mağrur ve öfkeli bir ifade geliyordu yüzüne. Smolin, her seferinde, kocaman ağzını büzerek, “Çok gözü kara gidiyorsun,” diyordu.
“Ben ödlek değilim,” diye cevap veriyordu Foma.
“Biliyorum ödlek olmadığını. Ama senin gibi tehlikenin üstüne üstüne gitmek için de aptal olmak gerekir… Bu işleri daha sessiz de yapabiliriz pekâlâ…”
Yejov’sa başka bir açıdan suçluyordu onu:
“Gidip de heriflere kendi ayağınla yakalanacaksan, cehenneme kadar yolun var,” diyordu. “Tek başına elma hırsızlığı yaptığını söylersin yakalandığında… Çünkü seni elinden tutup babana teslim ederler, o da bağışlar sonunda. Ama beni kemiklerimi kırıncaya kadar döverler arkadaşım…”
Foma inatla tekrar ediyordu:
“Ödlek!”
Ve nihayet bir gün Kaptan Çumakov tarafından suçüstü yakalandı Foma. Zayıf, çelimsiz bir ihtiyardı Kaptan Çumakov. Kopardığı elmaları önlüğüne sarmakta olan çocuğa sessizce yaklaşmış ve onu iki eliyle omuzundan kavrayarak tehdit dolu bir sesle haykırmaya koyulmuştu:
“Hırsız! Hırsızı yakaladım işte!”
Foma o sıralarda on bir yaşlarındaydı. Bir silkinişte kurtuldu ihtiyarın elinden. Ama kaçmadı; kaşlarını çatıp yumruklarını sıkarak karşısına dikildi adamın ve güven dolu bir edayla konuştu:
“Sıkıysa, bana bir dokun bakalım!”
“Dokunmam ki,” dedi adam. “Polise götürüp teslim edeceğim o kadar! Adın ne senin?”
Polise СКАЧАТЬ