“Ben mi?.. Kuvvetliyimdir doğru… Tanrı o alanda da cömertlik etti bana.”
Başını önüne eğmişti Foma; alçak sesle ama haykırır gibi konuştu:
“Demin öyle bir vurdun ki ona!..”
Üzerine havyar sürülmüş bir dilimi ağzına atmak üzereydi İnyat ama oğlunun güç zapt edilmiş çığlığıyla yarı yolda durup kaldı eli; gözlerini, Foma’nın hâlâ eğik başına çevirerek sordu:
“Yefimka’yı kastediyorsun herhâlde?”
“Evet…”
Sesini büsbütün kısarak ekledi:
“Kanatıncaya kadar vurdun!.. Yürürken ağlıyordu…”
“Şuna bak hele…” dedi İnyat. “Şuna bakın bir!” Sustu bir süre, bardağına votka doldurdu, dikti ve ciddi bir sesle, “Ona acımanın yeri yok…” dedi. “Hiç için küfrediyordu, dersini aldı işte… Tanırı’m onu ben… Yiğit çocuktur, cesur ve güçlüdür, sonra akıllıdır da. Ama olup biteni yargılamak, şu bu hakkında hüküm vermek ona düşmez, benim işimdir o çünkü ben patronum. Ve patron olmak kolay değildir! Bir dişi kırıldı diye ölmez, merak etme; olsa olsa biraz daha akıllanır, dilini tutmayı öğrenir, anlıyor musun?.. Böyledir bu… Yaa Foma! Sen daha çocuksun, pek bir şey anlayamazsın olup bitenden. Hayatı öğretmek lazım sana, hayatı! Çünkü bu dünyada geçirecek fazla günüm kalmadı sanıyorum artık…”
Sustu İnyat. Bir bardak daha votka dikip, inandırıcı bir edayla devam etti:
“İnsanlara acımak gerekir, evet… Haklısın acımakta! Yalnız, ne yaptığını iyi bilerek acıman gerekir insanlara; önce karşındakine bakacaksın, kimdir… Ne çıkarabilirsin ondan, ne işe yarar, göreceksin! Baktın ki gücü kuvveti yerinde, eli ayağı tutuyor ve çalışabilir; ona acıyacaksın, yardımına koşacaksın hemen! Ama zayıf olana, işe gelmeyene tükür geç, anladın mı! Şunu iyice koy aklına: Her şeyden şikâyet eden, durmadan inleyip yakınan adam kalp akçeyle bile metelik etmez, merhamete layık değildir o adam, yardımına koşsan bile hiçbir faydan dokunmaz ona… Böyleleri, kendilerine acıdığın vakit büsbütün ekşir, kararır ve eskisinden bir kat daha fazla budalalık yapar… Vaftiz babanın evindeyken bol bol görmüşsündür bunları: Bütün o hacılar, o asalaklar, o bedbahtlar… Her cins ve her şekilden o pis böcek takımı… Unut onları anladın mı, unut! İnsan değil onlar, tortu… Kazıntı. Hiçbir işe yaramazlar çünkü bit gibi, pire gibi, tahtakurusu gibi şeylerdir… Tanrı için de yaşamaz onlar, yoktur tanrıları. Yalancıktan anarlar adını Tanrı’nın, göstermelik olarak; yufka yürekli ahmakları hâllerine acındırmak ve onların merhametinden çekecekleri şeylerle işkembelerini doldurmak için! İşkembeleri için yaşarlar çünkü. Ve yiyip içmenin, uyuyup inlemenin dışında hiçbir şey gelmez ellerinden… Onlarla ülfet etmek, ruh perişanlığına düşmek demektir; ayağını tökezletmeye yararlar ancak adamın. Onların arasına düşmüş namuslu bir adam, çürük elmaların arasında kalmış taze bir elmaya benzer; yani çürümeye mahkûmdur o da.. Ama daha küçüksün yavrum, tam anlayıp değerlendiremezsin dediklerimi… Felakete uğradığı vakit dimdik ayakta kalan kişiye yardım et, anlıyor musun! O senden belki yardım bile istemez; sezinleyip, yalvarılmadan yardımına koşmak sana düşer… Ama felaketin altında ezilmeyen adam, üstelik bir de mağrurdur ve senin yardımın bakarsın gücüne gider; böylesine gizlice yardım edeceksin… Sağduyuya uyarsan, işte böyle davranman gerekir oğlum!.. Bak sana bir örnek daha vereyim: Yolda, çamura düşmüş iki tahtaya rastladın diyelim ve diyelim ki tahtaların biri çürük, kurt yemiş, öbürüyse sapasağlam. Ne yaparsın bu durumda? Çürük bir tahta ne işine yarar ki? Olduğu yerde bırak gitsin onu, kalsın çamurun içinde; insanlar ayaklarını kirletmemek için üzerine basar da geçer hiç olmazsa… Ama sağlam tahtayı kaldır ve kurusun diye güneşe koy; sana değilse bile bir başkasına yarar… İşte böyle arkadaşım! Dediklerimi iyi dinle ve kafana kazı… Yefimka’ya gelince, ona acıman boşunadır çünkü kendi değerini bilen ciddi ve ağırbaşlı bir çocuktur o. Ve bir tokatla ölecek kadar da çürük değildir.
Aradan bir hafta geçsin, dümene koyacağım onu ben… Böylece kılavuz olacak… Kaptan da yapsan, becerikli bir kaptan olur eminim. İşte böyle büyür insanlar yavrucuğum! Ben de aynı yolları teptim, benim de çıraklık çağım oldu. Bugünküne benzemez ne hakaretleri yalayıp yuttum ben onun yaşındayken… Hayata müşfik bir anne derler, yalandır arkadaşım! Anne falan değildir hayat; amansız bir patrondur hepimiz için, o kadar…”
İki saat boyunca gençliğinden, çektiği eziyetlerden, insanlardan ve insanlardaki zaafların korkunç gücünden söz etti oğluna İnyat. İnsanların felaketten nasıl hoşlandıklarını ve başkalarının zararına yaşayabilmek için kendilerini felakete uğramış göstermeye nasıl bayıldıklarını anlattı ona. Sonra kendi hikâyesine döndü yine; basit bir işçiyken nasıl koskoca bir işin patronu olduğunu anlattı.
Dinliyordu çocuk. Babasına bakıyordu ve baktıkça, babasının kendisine doğru ilerlediği, her an biraz daha kendisine yaklaştığı duygusuna kapılıyordu. İnyat’ın anlattıklarında, Anfisa halanın masallarındaki zenginlikten eser bulunmadığı hâlde, yeni bir şey vardı; masallardan daha berrak ve daha kolay kavranabilir bir şey. Ve bu da ilgisini çekiyordu çocuğun. Küçük yüreğinde, onu babasına doğru çeken güçlü ve ateş gibi yakıcı bir şey çarpıyordu şimdi. Ve oğlunun duygularını gözlerinden anlayan İnyat aniden kalktı yerinden, Foma’yı kollarına alıp sımsıkı göğsüne bastırdı. Boynuna sarıldı Foma babasının, yanağını yanağına dayayarak hiçbir şey söylemeden öylece kaldı. Hiçbir zaman çarpmadığı gibi çarpıyordu yüreği.
“Küçük arkadaşım benim…” diye fısıldıyordu boğuk bir sesle. “İçimin sevinci, biricik yavrum!.. Ben henüz ölmeden öğren bunları.Yaşamak kolay değildir…”
Bu fısıltıyı dinlerken için için ürperdi çocuk, dişlerini sıktı ufalarcasına ve birdenbire sıcak yaşlar fışkırdı gözlerinden…
Dönüyordu gemi artık, yukarı doğru çıkıyordu Volga’yı. Boğucu bir temmuz gecesiydi, kalın simsiyah bulutlarla kaplıydı gökyüzü ve tekinsiz bir sakinlik dalgalanıyordu ırmağın üzerinde. Kazan’a yaklaşıyorlardı; Uslon dolaylarında, muazzam bir tren vapurunun kuyruğunda durmuşlardı. Atılan demirlerin gıcırtısıyla, tayfaların çığlıkları uyandırdı Foma’yı. Pencereden baktığında, uzakta, karanlığın bağrında, ufacık ışıkların parıldadığını gördü. Su siyahtı ve zeytinyağı gibi koyuydu, başka hiçbir şey seçilmiyordu. Birden, ezilir gibi ürperdi çocuğun içi ve kulak kabarttı. Güçlükle işitilebilen, nereden kopup geldiği belirsiz, hüzünlü bir şarkıydı bu. Bir ölüm duası gibi kahır dolu bir şarkı… Nöbetçiler haykırarak birbirlerini çağırıyordu katar boyunca, bir gemi öfkeyle düdüğünü öttürerek buhar salıyordu… Irmağın siyah suları gemilere yavaşça çarpıp çalkanarak kederle şıpırdıyordu. Karanlığa gözleri ağrıyıncaya kadar bakışlarını diken çocuk, siyah kitleler ve onların üzerinde zor zor seçilen ışıklar gördü. Salapurya olduğunu biliyordu bunların, ama bilmek yatıştırmıyordu onu, eşitsiz vuruşlarla atıyordu yüreği ve hayalinde karanlık ve korkunç sahneler canlanıyordu.
“Oooooh… Oh!”
Uzaklardan СКАЧАТЬ