Ümmü Gülsüm, boş divana oturup hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Neden, neden onun mukaddes düşünce ve niyetleri yıkılıp duruyor? Neden böyle? O, hasta şair için canını feda etmeye bile hazırdı. Şimdi onun tek çaresi kalıyordu: Nur Gazetesinin ofisine gidip, Tukay’ın nerede kaldığını öğrenmek. Onun aceleyle çıkıp gitmek için toparlandığını görünce, ahretliği Meryem, ona şairin unuttuğu sigara kutusunu ve saç tarağını uzattı. İnce ruhlu Meryem! Tukay’ın yanına gitmek için bunlar harika bir bahaneydi tabii ki.
Bahane… O, Tukay ile görüşünce, utancından ölecek gibi oldu ve yine Bigiyev’lere döndü. Meryem ile ablası Esma’ya ne söyleyecek şimdi? Tukay beni dinlemek istemedi mi diyecekti? İyi ki evdekiler onun hâlini görünce, gereksiz sorularla sıkıştırmadılar.
– Üzülme nazlı ceylanım. Alnına yazılmamışsa, ne yaparsan yap olmaz. Çistay’da Tukay ile ilgili: “Bizim Haydar ağabeyin kızı Zeytune’yi seviyormuş” diye laflar dolaşıyordu. Hiç kulağına çalınmadı mı ?
– Zeytune, Zeytune mi dedin, abla? Ne zaman, hangi arada başarmış ki o Tukay’ın gönlünü fethetmeyi?
– Pek yaman kız, senin gibi okuma arzusunun büyük olduğunu ve okumak için Egirci bölgesindeki Bubiylar okuluna gittiğini söylüyorlar.
Ümmü Gülsüm için bu daha da öldürücü bir haberdi. Uzaktan akrabası olan Zeytune’yi küçük bir kız çocuğu gibi görüyordu. O ise, işte büyüyüp yetişmiş, Tukay gibi bir şairi de kendine âşık etmiş. O sevimli kız, Haydar Ağabey’in küçük kızı. Onun okuma hevesini görünce, Ümmü Gülsüm ona düzenli olarak dergi ve kitap veriyordu. Aşırı yoksul yaşantılarını bildiğinden giyim kuşam yardımı da yapıyordu. Son döndüğünde onlar Çulman’da doyasıya suya girdiler. Bak hele, Tukay’ı bir kez diline alsın! Ne, ne, sadece böyle bir dönüş beklememişti Ümmü Gülsüm.
Ertesi gün o Senato Meydanına gidip gitmemek arasında uzun süre ikilemde kaldı. Bu halde kimseye görünesi gelmiyordu. Ancak kendi başladığı işi sonuna getirmeye alışmış kız, gitmeden nasıl yapsın?
O gün, tüberkülozdan mustarip insanlara yardım etmek isteyen çoktu. Tukay’ı da alıp geldiler. Avrupaî giyimli şair, bugün hiç tanınacak gibi değildi. Etrafını saran öğrencilerini sakince dinliyor, ara sıra öksürüyordu. Ümmü Gülsüm’ün tarafına yanlışlıkla bile göz atmadı. Ondan sonra onu alıp kim bilir nereye götürdüler. Tukay ile en son görüşmesi kız için böyle beklenmedik ve hüzünlü bitiyordu.
Ümmü Gülsüm, birkaç gün sonra Musa Bigiyev’den, Tukay’ın Petersburg’dan ayrılmak için hazırlandığını duydu. Musa Bey, Tukay’ın yanına gidip görüşmüş. Şairi uğurlama meclisine de katılmış. Ama nedense, onu uğurlamak için tren garına gelmemişti. Kız arkadaşları ne kadar çağırsalar da Ümmü Gülsüm de tren garına gitmemişti. Daha sonra Nevskiy caddesinde karşılaşıp, Tukay’ı Petersburg’dan Moskova’ya kadar uğurlayan gazeteci Kebir Bekir ona:
– Tukay, kendisini uğurlayanlar arasında seni görmeyince çocuk gibi huysuzlandı. “Çok gururlu bir kız oldu sizin “Cokonda’nız” dedi.
– Başka bir şey söylemedi mi?
– Onun günleri sayılı. Dua et… Bunu doktor da söyledi.
– Nasıl? Dua mı?…Söyle ne olur? Allah aşkına söyle. Onu nasıl bulabilirim?
– Sen geç kaldın “Cokonda”. Biz, hepimiz geç kaldık…
Bu sözleri ile Kebir Bekir, kızı caddenin ortasında, yüzlerce kişi arasında yapayalnız bırakıp gitti. Bu haberden sonra enstitüye gidip nasıl oturulabilir? Ümmü Gülsüm, çok yakınındaki postane binasını görüp oraya girecek oldu. Çabucak durumu anlatıp, Fatih Emirhan’a mektup göndermeliydi. Ne de olsa o düşünüp bir şeyler yapardı. Dur, neden Fatih Emirhan’a? Dünyada hâlâ saf bir çiy damlası gibi Zeytune var ya. Sarsın sıcacık sevdası ile şairin yüreğini. Bütün her şeyi biliyor. Şairin ruhundaki tüm öfke ve kırgınlıkları yok etsin! Sadece Tukay sağ olsun! Beyaz kâğıda “Zeytune, nazlı ceylanım” yazınca Ümmü Gülsüm gözyaşlarını tutamadı. Yok, o bu mektubu yazamadı. En yakın sırdaşı, ablası Şemsi Nisa’yı araya soktu. Ondan Zeytune’yi çabucak hazırlayıp yol ve yaşam masrafları için para verip Tukay’ın yanına Troitski’ye göndermesini istedi. Şemsi Nisa’nın cevabı çok bekletmedi. Ablası, Ümmü Gülsüm’e Zeytune’yi Çistay’da da Kazan’da da bulamadıklarını haber veriyordu. Kaderin sinsi bir oyunu mu bu? Senato Meydanında Tukay’ı son görüşü müydü Ümmü Gülsüm’ün? Hayır hayır, öyle olamaz…
Sanki aşkın, bir kilise, ben de onun çanıyım.
Ben sesimi yükselterek ah vah edip yanayım
Bizim aramız ayrılık perdesi ile kaplanmış;
Ey Allah’ım! Kaldır üzerimizden bu karanlık perdeni.
Şair böyle kederlenip yazmış. Ümmü Gülsüm, onları öyle tükene tükene tekrarlıyor ve Tukay için yalvarıyordu. “Sevda bekçisi” bu kez, kaderin yumuşak rüzgârı olup, Ümmü Gülsüm’ün güzel kestane rengi saçlarını sevgiyle okşamak istiyordu.
…Günlerden bir gün bu karanlık perde gerçekten de yükselir. Şair sonsuzluk seferine çıkmadan önce uzun seferlerden sabırsızlanıp hasret çekip dönen beyaz melek peyda olur. Ve…
Ama şimdi önümüzde son beyana götüren sınavlarla dolu uzun bir yol ve elini uzatsan tutacak kadar yakın hüzünlü bir yıl bekler.
Ey Allah’ım! Yeryüzünden al lütfen bu altını, al,
Bu yakıcı kutsal toprak, al bu alevleri al!
Gülsüm, gerçekten de Tukay’ın tahmin ettiği gibi “kara gecenin beyaz meleği”dir belki de. İşte o “sevda bekçisi”nin kendi dilinde düşünüyor. Saf, samimi, sevgi ve merhamet sahibi olmak, meleklerin dili, meleklerin sıfatı, meleklerin eylemleridir. Şairane sevgi ve aşklar, çoğu zaman gökteki melekleri yere, yerdeki melekleri göğe ulaştırır. Yine de güz mevsiminin, karlı buzlu yağmuru onların yoluna da engel olabilir. Rüzgârı da boydan boya eser, boydan boya keser. Canlısı, cansızı hepsi donar. Öyle zamanlarda Gülsüm’ün aklını farkında olmadan Tukay kuşatır. “Belki o da üşüyordur. Yine öksürüğü içini, bağrını yakıyordur. Hemşire ise hiçbir şey yapamıyor. Hemşire kader karşısında güçsüz…”
Güçsüz mü? Düşünürsen şaşılacak şey: “Kara gecelerin beyaz meleği” yaralı kara geceleri, yaralı tenleri, yaralı yürekleri tedavi etmek için savaşa gidiyor.
Ümmü СКАЧАТЬ