Hürü Kadın diz çökmüştü, Bekil’in kendisi de kendi sesinin gücüne donup kalmıştı. Birdenbire içinde büyüyen genişliği duymaktaydı. Bütün köy Bekil deli olacak zannetti. Böylesine duyulmamış, akla sığmaz sesten sonra deli olması gerekirdi. Köylüler Deli Domrul’u hatırladı. Deli Domrul’un ruhu Bekil’i çarpmış dediler, çünkü Domrul’u Bekil öldürmüş.
Saraç, kolları sarılı halde geçip Bekil’in önünde durdu, akrabalarına gülümseyerek:
–Niçin böyle yapıyorsunuz, at üstünden attı beni. Bekil getirip kollarımı sardı, yoksa çoktan ölmüştüm, dedi.
Bekil de gülümsedi, yaklaşıp Saraç’ı kucağına aldı. Saraç yine Bekil’in kucağında bir çocuk gibiydi. Çocuk gibi sakince Bekil’in kucağından topluluğa bakıyordu. İmir’i gördü, kapının ağzında durmuştu. Gözleri Bekil’in sesinden de korkunç, iri iri açılıp Saraç’a dikilmişti. Saraç gülümsemek istedi, ancak yapamadı. Kımıldamak istedi, kımıldayamadı, kendinden geçmiş gibiydi. Hiçbir şey anlamıyordu. İmir’in gözleri Saraç’ın üzerinde bir ağ örüyordu. Bakışları sarmaşık gibi bedenine dolanıyordu. Saraç’ın atı burnundan “fırrr” diye kuvvetli ses çıkararak ayaklarıyla yeri dövdü. Saraç “korkuyorum” demek istedi, ancak dili kımıldayamadı.
Bekil yine gülümseyip:
–Ne oldu sana? dedi. Kaldırıp atın üzerine bıraktı. Saraç atın üzerinde duramıyordu. Eğerin üstünde tersine oturduğunu zannediyordu; ayakları yukarıda, başı aşağıda.. Eğilip kendini doğrultmak istiyordu. Atlılardan birisi yaklaşıp Saraç’ı tuttu, içinin derinliklerinde boğulup kalmış sesiyle:
–Kendine gel, ayıptır, dost düşman var, dedi.
Uzaklaştılar, sanki Saraç’ın vücudundan bir şey kopup kurtuldu. Saraç nefes alıp kendine çeki düzen verdi, korka korka dönüp baktı. İmir, Bekil’in yanındaydı, bir şeyler soruyordu. Saraç atlılara dönüp, “o çocuğu gördünüz mü, az kalsın beni öldürüyordu” diyecekti. Ama İmir’in gözlerindeki sihiri, sırrı dile getirmeğe kelime bulamadı. Atlılardan biri:
–Kimdi bağıran? -dedi.
–Bekil’di.
–Kulaklarım hâlâ uğulduyor.
–Gidince nineden sor, Karakelle Alay’ın da böyle sesi varmış. Haykırdığında kadınlar çocuk düşürüyormuş.
–Seni Bekil böyle yapmış, inkâr etme.
–Hayır, attan düştüm.
–Sen attan düşmezsin. O, İmir’in acısını senden çıkarmış.
–Hayır, dedim.
–Biz düşmanız, arada bu kadar kan akmış.
–Barışmışız, böyle de yaşamalıyız.
–Onların kökü kurumalıdır. Ocaktan ikisi kalmış, onları da öldürelim, Hürü Kadınla barışırız.
–Olmaz!
Evlerine gidene kadar hiçbiri konuşmadı. Bekil’in sesi gökyüzünün görünmez korkusu gibi başlarının üzerinde onlarla beraber yürüyordu. Bedenlerine sinmiş titreme hâlâ dinmemişti. Bekil’in boy bosunun, kollarının, sesinin korkusu, görecekleri gün gibi önlerindeydi. Kanık ocağının korkulu geleceği gibiydi.
İkinci Fasıl
Yüz yaşına gelmiş Hürü Kadın’ın bildiklerinden de, hafızasından da eski bir geçmişi vardı. Hürü Kadın, Karakellelerin kökü bildiklerinden, hafızasından da ötelerde nerededir bilmiyordu. Yıllar boyu, atlı, develi, inekli, öküzlü, köpekli, koyunlu yol yürüyen bu göç nereden geliyordu? Kaç yıldır yürüyorlardı ve niçin yürüyorlardı? Kurulmuş bir devleti mi yıkmış geliyordu, yoksa devlet kurmaya mı geliyordu? Böylesine azametli, böylesine yükseklerden ve yabancı yerlerden korkmayan, böylesine sağlam ve muhkem göçün sırrı neydi?
Yüz yaşındaki Hürü Kadın’ın hafızasının ve bildiklerinin ilk basamağı bir ilkbahar öncesinden başlıyordu. Karayazı ormanının eteğinden bir göç çıktı. Önde doru atların üstünde silahlı-pusatlı delikanlılar, arkada atlı kızlar, gelinler geliyordu. Kebelerle, kilimlerle örtülmüş, bezenmiş göç arabalarında nineler, kadınlar geliyordu. Elde dokuma elbiseler giydirilmiş erkek çocuklarını öküzlere bindirmişlerdi. Kırmızı inekler, melez koyunlar, günün bir vaktinde, dünyanın neresinde olursa olsun sağılacaklarını biliyor gibi otlayıp, sütlene sütlene yeşil dağlara doğru yol alıyorlardı… İri gövdeli, ihtiyar erkekler bu görünen düzlüğü kendileri yaratmışçasına dünyaya sahiplenerek dağlar gibi ağır ağır yol yürüyorlardı. Onların önünde yüklü develer vardı. Ak devenin sırtında, ak sakallı bir ihtiyar yeşil çayırda oturuyor gibi rahatçasına oturmuştu. Bu otlukları, bitmiş yaban güllerini, ormandaki ağaçları, sulardaki balıkları, dağlardaki taşları daha evvelden görmüş, tanıyormuş gibi eteklerden yamaçlara doğru tırmanıyordu. Bu eğri büğrü patikaları, yemyeşil dağları, dereleri tepeleri, hayvan yataklarını nerede görmüştü çıkaramadı. Bu da, yüz yaşını aşkın ihtiyarın Karakelle köküyle ilgili hafızasının, bildiklerinin bittiği zamandan, taa gerilerde yüzlerce yıl öncesinde olmasından kaynaklanıyordu.
–Burası neredir, dede?
–Bilmiyorum yavrum. Ama babam diyordu ki, babalarımız yeşilce dağları, otlu yatakları bırakarak ordulara karışıp gittiler. Belki buralardan gitmişler de onun için kanım ısınıyor. Ya da buralar yurdumuz olacak, buralarda öleceğim.
Yamaçta koyun yatağı vardı, çadırların karartıları görünüyordu. Göçtekiler büyüklü küçüklü uzanarak baktılar. Çadırlardan üç atlı çıkıp göç kervanına doğru atını dörtnala sürdü. İhtiyar öndeki kendi atlılarına işaret etti:
–Hele bakın hangi dilde konuşuyorlar, başka bir şey yapmayın.
Gelenleri üç atlı karşıladı. Biraz mesafe bırakıp karşılıklı durdular. Göç durmuştu. Atların eğerine bağlanmış kurt ağızlı köpekler saldırıyor, zorluyor, atları yerinden oynatıyorlardı. Atlıların biri dönüp gelerek ihtiyarın önünde durdu:
–Bizim gibi konuşuyorlar dede. Nereli olduğumuzu soruyorlar, nereliyiz dede, nereyi söyleyeyim?
İhtiyar düşüncelere daldı. Yüz yıllık bir ömür bir gün kısalığında gözlerinin önünden gelip geçti. Ama bu yüz yıllık ömür bu geniş dünyaya sığmamıştı. “Dünyanın beli uzunu”14 olanların, olacakların, konanların, göçenlerin üstüyle hâlâ da yol yürümekteydi.
–Beni göster, de ki dedem ölmeğe gidiyor. Yer arıyoruz, nerede ölürse oralıyız.
Yaşlı erkekler gülümseyip başlarını önlerine eğdiler. Kadınlar omuzlarını silke silke gülüp СКАЧАТЬ
14
Bu, Azerbaycan Türklerinin kullandığı bir deyimdir, dünyanın yaşı kastedilmektedir.