Ve birdenbire hatırlamış gibi sordu:
“Sözü değiştirmek iyi değil amma öğrenmek istiyorum. Ben savuştuktan sonra sen, savaş yerinde ne yaptın?”
“Ne yapacaktım, ilkin sana adamakıllı atıp tuttum, sonra kılıcı çekip ileri atıldım. Delikanlı Cebe ile Söbütay karşıma çıkıp ve beni zorla alıp düşmanlar arasından çıkarmasalardı geberip gidecektim.”
“Tek başına büyük yiğitlikler gösterdiğini duydum. Nasıl kurtulduğunu ağzından işitmek istiyordum.”
“İşte onu da işittin. İçine serinlik geldi mi?”
“Serinlik gelmedi, üşümek geldi!”
“Neden?”
“Savaşlarda iyi bir başbuğ olamayacağını anladım da ondan!”
“Bunu nereden anladın?”
“İyi bir başbuğ, ordusunu kurtarmaya savaşır. Bunu yapıp yapamayacağını da bir bakışta anlar ve o vakit kendini kurtarmaya çalışır. Sen, erimiş bir ordunun yıkımı sırasında kendini ortaya atıyorsun. Bu, ölüyü diriltmek uğrunda ölüme atılmak demektir.”
“Fena mı, erlik böyle olmaz mı?”
“Erlik başka, başbuğluk başka. Sen, çok cesur bir çeri olabilirsin. Fakat şu yaptığın işe bakılırsa çok kötü bir başbuğ olacaksın. Onun için sana öğüt veriyorum: Ordular hazırla, ordular besle ve kullan. Lakin bu orduların savaşa girişinde işi, senden iyi becerenlere bırak. Varsın onlar, senin uğruna didinsinler. Ad, gene senin olacak, değil mi?.. Yeter.”
“Hem kılıç eri değilim dersin hem savaş işine karışırsın. Bana benden iyi bir başbuğ göster de ağzını öpeyim.”
“Ulus işi; komşularla yerinde bozuşmak, yerinde anlaşmak işi başka. Bunları sen, hele benimle anlaşırsan, herkesten iyi yaparsın. Çünkü sende başka bir yaratılış var. Bakışın bile adam korkutur. Fakat ordu başbuğluğuna yaramazsın, ordu bozarsın!”
“Benden üstün bir başbuğ göster diyorum! Sen sözü gene benim üstümde dolaştırıyorsun.”
“İşte Söbütay, işte Cebe!”
“Cebe’nin ağzı süt kokuyor, öbürü de aşağı yukarı toy bir yiğit. Bunların iyi başbuğ olacaklarını nereden anladın?”
“Son savaşta sana uyup da kılıç sallayacaklarına seni terkiye vurup savuşmalarından anladım. Bu, tam başbuğ görüşüdür!.. Sen, onları yanından ayırma. Birini sağ kolun, öbürünü sol kolun say!..”
“Buna da peki. Şimdi sen, Türk birliğini nasıl kuracağımızı söyle.”
Ulu Gökçe yerinden kalktı, taş odanın bir köşesinde duran kurt yenikli bir tahta sandığa yanaştı, oradan bir kitap aldı. Bu, Uygurca yazılmış bir tarihti. Gelip Temuçin’in karşısına oturduktan sonra kitabın sahifelerini karıştırdı, uzun ve çok uzun bir hikâyeye girişti. Hararetle, heyecanla, bazen gözü sulanarak, bazen yüzünde alevler dolaşarak anlatıyordu: Türk nedir, nasıl üremiştir, nerelere yayılmıştır, neler yapmıştır, ne ülkeler almıştır, ne saltanatlar devirmiştir?..
Temuçin, hazla ve coşkun bir sevinçle onu dinliyordu. Şimdiye kadar bu çıplak adamın bu kadar bilgiç olduğunu öğrenmemişti. Onun babası, Minigilik İçige, Moğol diyarının en akıllı adamı idi. Hatta kendine Türk birliği hülyasını aşılayan da o idi. Fakat Ulu Gökçe’yi, bir büyücü olarak tanıyordu ve onun Moğollar, Konkratlar, Konkmarlar üzerindeki nüfuzunu kıskanıyordu. Şimdi bu çıplak adamın çok şeyler bildiğini görerek şaşırıyordu, sözlerinden ise tatlı bir heyecan alıyordu.
Gökçe’nin belki iki saat süren millî hikâyelerinden sonra Temuçin sordu:
“Bu ulu Türk’ü, çok engin Türk elini bizim küçücük Moğol ulusu kucaklayabilecek mi?”
“Moğol, Türk denizinde bir köpüktür, efsunlu bir köpük. O deniz bu köpükle dalgalanacak. Şimdi sen, benimle antlaş.”
“Ne yapayım?”
“Benim sözümden dışarı çıkmayacaksın.”
“Peki!..”
“At karnına gir desem gireceksin.”
“Peki!..”
“Öyle ise ilk iş olarak yarın Naymanların yurduna gideceksin Köşlük Han’ın karısını kaçırıp buraya getireceksin, kendine eş yapacaksın.”
“Bu, kötü bir iş. Güçlüğü de caba.”
“Bak, ilk adımda sözüme uymamazlık gösteriyorsun. Bu, seni çıkarmak istediğim tahtı şimdiden tekmelemek demektir.”
“Sözünü tutmamazlık etmiyorum. Yalnız bu işi hem kötü hem güç buluyorum.”
“Merkitler senin karını kaçırmadılar mı, sen de Nayman beyinin karısını kaçır ki, ödeşmiş olasınız. Bunu yaparsan Nayman ulusu, Köşlük Han’dan iğrenir, sana imrenir. Bunun sonu da o büyük ulusun Moğol bayrağı altına girmesi olur.”
Temuçin, derin derin düşündü. Merkitler elinde kalan güzel Börta’nın öcünü almak için onların müttefiki olan Naymanlar beyine, aynı cinsten bir yara açmayı pek haklı buldu ve müspet cevap verdi:
“Peki. Post elden çıksa da bu işe girişeceğim. Başka ne diyorsun?”
“Şimdilik bu kadar. Umduğum gibi bu işi becerip de sapasağlam geri gelirsen Güncü ile düğününü yaparız, adını da değiştiririz. Yeni eş, yeni ad, yeni hayat!..
“Güncü, uğrulayacağım kadının adı mı?”
“Evet. Köşlük Han’ın karısının adı Güncü’dür. Sanki bilmiyorsun değil mi? Bu adı Türk elinde bilmeyen kim var?”
“Düğünden sonra benim adım da mı değişecek?”
“Evet.”
“Bunu niçin düşünüyorsun?”
“Temuçin, zaten senin ikinci adın değil mi? İlk adın ‘Tangrı Öggüksen – Allahverdi’ idi. Sonra Temuçin oldun. Naymanları yüreklerinden vurup altüst ettikten sonra daha parlak bir ad alacaksın.”
“Bu ad, ne olacak?”
“Konduğu gün anlarsın.”
Temuçin ayağa kalktı. Sihirlenmiş gibi garip bir tesir altında idi, çıra isiyle dolu olan şu taş odada bir sürü cinlerin, perilerin dolaştığını sanıyor ve bir ayak evvel oradan ayrılmayı istiyordu. Fakat Ulu Gökçe ile vedalaşacağı sırada gözünün önüne bir sahne, üşütücü bir sahne geldi: СКАЧАТЬ