“Sizi de bekleyenler, tasalananlar var. Geç kalmak doğru değil. Varın yolunuza gidin.”
Bir gün sonra Söbütay’ı, en sonra da Cebe’yi aynı suretle obalarına gönderdi, yalnız kalınca atını mahmuzladı, hızlı hızlı söylendi:
“İşte geliyorum ana, işte geliyorum Börta!”
O, bir gece yarısı kendi öz yurduna gelmişti. Kulübeler, ağıllar ve bunlardan daha çok olan kara çadırlar, daha uzaktan gözlerini okşamış, yüreğine heyecan doldurmuştu. Gerdeğe girecek toy bir delikanlı gibi iç çarpıntısı geçiriyordu.
Köpekler, at ayağı sesini daha uzaktan havlamalarıyla karşılamışlardı, biraz sonra bu havlamaya ağıllardaki köstekli atların tepinmeleri, develerin homurdanmaları karıştı.
Böyle bir gürültü, sağır toprağı bile harekete getirebilirdi. Zaten kulakları kirişte olan Yilon Buldoklular ise ilk köpek havlamasında ayağa kalkmışlardı, erkekler -ellerinde yay ve kılıç- çadırlarının kapısına çıkmışlardı, arkalarında -silahlı birer gölge gibi- kadın vücutları seziliyordu.
Temuçin atını ileriye, Yilon Buldok tepesinin eteğinde kurulu kendi çadırlarına doğru sürdü. Köpekler, sanki onu tanıyorlarmış gibi birdenbire susmuşlardı, onların susmasıyla ağıllardaki tepinmeler, böğürmeler, melemeler, homurdanmalar da kesilmişti. Çadır ağızlarında beliren erkekler ise gözlerini göğe kaldırmışlar, “Tanrı onu korumuş, gözümüz aydın olsun!” diye mırıldanarak yarım kalan uykularını tamamlamaya dönmüşlerdi.
Temuçin, atının başını anasının çadırı önünde çekti. Orada bağlı duran iki köpek, boyunlarındaki iplerin müsaadesi nispetinde sıçrayarak şen şen havlayarak yaltaklanıyorlardı. Kendi dilleriyle “Hoş geldin!” diyorlardı. Temuçin kırbacının ucuyla onları okşadı, çadırdan içeri girdi.
Bir çam çırasının isli isli ışıklattığı bu büyük çadır, ak keçe ile döşenmişti. Bir köşede, dört beş keçenin üst üste konulmasıyla yüksekçe bir yatak yapılmıştı. Ulun Hatun, Temuçin’in anası bu yatağın üstüne uzanmıştı, derin bir uykuya dalmıştı. Ayağının ucunda iki kat kıvrılmış bir keçeye başını koyarak horul horul uyuyan bir erkek vardı. Ulun Hatun da ak sakallı erkek de bütün Yilon Buldok’u ayağa kaldıran deminki havlamaları, melemeleri değil, çadır kapısındaki köpeklerin neşeli havlayışlarını da işitmemişlerdi. Hatta çadıra bir adam girdiğini duymuyorlar, uykularını bozmuyorlardı.
O sırada Ulun Hatun henüz kırk yaşına girmemişti, vaktiyle Yesügey’i çıldırtan güzelliklerini gene muhafaza ediyor gibiydi. Hele şu yatış vaziyeti bu güzelliklere başka bir inkişaf, başka bir enginlik veriyordu.
Temuçin, çadırın kapısı önünde duraklamıştı, sapsarı bir çehre ile uyuyanlara bakıyordu. Gözünün önüne küçüklüğünde gördüğü, görebildiği bazı sahneler geliyordu. Vaktiyle gene bu çadırda idraksiz gözlerine çarpan ve masum yüreğine tuhaf bir sevinç dolduran o sahnelerle şimdi gözlerini yakan, yüreğini bulandıran şu manzara arasında ne büyük bir benzeyiş vardı. Eğer, yerde ve anasının dizleri dibinde yatan şu ihtiyarın yerine babası Yesügey konsa küçüklüğünde gördüğü sahneler yeniden ve hemen hemen aynen vücut bulmuş olacaktı. Aradaki fark babasının yerinde şu ihtiyarın, Minigilik İçige’nin bulunmasından ibaretti.
Eli, kendi de farkında olmaksızın, boyuna belindeki bıçağa gidiyordu. Kafatasının içinde bir şeyler kaynıyordu. Yüreği sıkılmıştı, göğsünde bu değirmen taşı ağırlığı kalkıp iniyordu. Fakat gene içinde bir ses, bütün o kaynayışların üstüne çıkan bir ses vardı, kulağına kadar yükselerek çınlıyordu:
“Sabırlı ol Temuçin, son pişmanlık akçe etmez.”
Moğollar beyi, önündeki manzaraya değil, işte bu sese kapıldı, bıçağını okşayan elini kemerinden çekip alnına götürdü, ter içinde kalan o geniş alnı kuruttu:
“Oğlu atımı uğurlayıp beni düşmanlar önünde yaya kor. Babası anamın yatağına baş dayar. Dayanılır iş değil amma bunları yok etmek de olmaz. Ulusumun dişisi, erkeği; büyüğü küçüğü Ulu Gökçe’ye bağlı. Babasına da toz kondurmazlar. İyisi işi tatlıya bağlamak, suyu geçinceye kadar ayıya dayı demektir.”
Ve yavaşça çadırdan çıktı, atını yedeğine aldı, kendi çadırının bulunduğu yere yönelmek istedi. Fakat yürümezden evvel gözleri -ihtiyarsız- Yilon Buldok tepesine kaydı ve birdenbire duraladı. Orada, Ulu Gökçe’nin makamı olan o yüksek yamaçta bir şeyler, inanılmayacak bir şeyler vardı.
Evet, koca Temuçin gecenin koyu esmerliği içinde kendini alıklaştıran bir manzaraya şahit olmuştu. Tepede Ulu Gökçe’nin mağarası üstünde dokuz renkli bir ay parlıyordu, daha aşağıda, tepenin köye karşı düşen yamacında, kıpkırmızı bir çadır ve onun önünde devler kadar iri bir atlı vardı. O aydan bu atlının üzerine avuç avuç pırıltı dökülüyordu.
Temuçin şaşkın şaşkın, bu manzaraya baktı, ihtiyarsız uzunca bir titreyiş geçirdi, eliyle gözlerindeki hayreti silip de tekrar tepeye bakınca atlının ve kızıl çadırın kaybolduğunu, dokuz renkli ayın da bir buluta girdiğini gördü. Şimdi titremesi geçmişti, fakat yüreğinde bir çarpıntı vardı, Ulu Gökçe için fena düşünceler taşıdığına nedamet getiriyordu, anasının çadırında kanlı bir iş görmediğine de seviniyordu.
İki üç dakika sonra, atını yederek yürümeye başlamıştı. Çok dalgındı, zihninde hep o dokuz renkli ay, o kızıl çadır ve o iri atlı dolaşıyordu, sık sık da başını ardına çevirerek tepeyi gözlüyordu, lakin o yaman şeyler artık yoktu.
Temuçin, neden sonra kendini topladı, etrafına bakındı, çadırlar kümesinden ayrılıp ağılların yanına kadar geldiğini gördü. O, gözü kapalı yürüse kendi çadırını bulacağına, karısının kokusunu çok uzaklardan alacağına kaniydi. Böyle yanlış bir yürüyüş yaptığını görünce âdeta sıkıldı. Ağıllar önündeki çobanlarla yüzleşmeden de çekindi, köpekler havlarken hızlı hızlı geri döndü. Gene çadırlar arasına girdi. Kendi çadırının bulunduğu yere doğru yürüdü.
Hayret!.. Çadır yerinde yoktu ve kazık delikleri o karanlık içinde hasretli gözler gibi mahzun görünüyorlardı. Temuçin, bu ummadığı boşluk önünde ilkin sendeledi, sonra çadırının savaş yerinde düşman eline geçmiş olacağını düşündü. Kardeşlerinin sıraya dizili çadırlarına yöneldi. Güzel Börta, şüphe yok ki, bunlardan birinin içinde bulunacaktı. Çadırsız yengeyi ağırlamak kardeşlere düşeceğine göre bu tahmininde isabet görüyordu.
Birinci çadırın önüne gelince bekçi köpekler havlamış ve ilk havlayışta çadır içinden bir delikanlı dışarı fırlamıştı. Bu, Temuçin’in en sevgili kardeşi Cuci Kazar’dı, yalın bir kılıçla dışarı çıkmıştı. Lakin önünde büyük kardeşinin, ulus beyinin yüksek endamını görünce hemen kılıcını atmış, diz çökerek inlemişti:
“Tanrı uludur. Değerli СКАЧАТЬ