Temuçin’in kaşları çatıldı, dudaklarından uzun bir kelime döküldü:
“Yo…k!”
“Şimdi düşün, hem de iyi düşün: Moğol nedir?”
“Bir ulus!”
“Ne ulusu?”
“Ne ulusu olacak! Türk ulusu!”
“Bunu bilince dileklerini tartıya vurman gerekleşir. Sen, bütün Türklere başbuğ olmak istiyorsun, değil mi?”
“Türkleri birleşmiş görmek istiyorum.”
“Onlar, kendiliğinden birleşmezler, olsa olsa birleştirilirler. Birleştirilince de başlarına -eski Koyunlularda, Tuğularda, Hünlerde olduğu gibi- bir han, bir hakan geçirmek ister. Bu han, bu hakan ise ancak birleştirme işini başaran adam olur.”
“Sözü dallandırdın, budaklandırdın. Ortaya hanlar, hakanlar çıkardın. Sözü biraz budayıver, çörden çöpten ayıkla da bana nasıl yardım edeceğini söyle.”
“Sıra ile Temuçin, sıra ile.”
“Öyleyse çabuk ol.”
“Türklere başbuğ olmak ve daha evvel onları birleştirmek için kendini tanıtmak ister. Bu da birçok düzenler kurmakla, bir yandan da güçlenip kuvvetlenmekle olur. Sen, salt kuruntu geçiriyorsun.”
“İşte bunda yanılıyorsun. Ben, dilimin döndüğü kadar eski günlerin parlaklığını, bugünün sönüklüğünü anlatıyorum, yüreklerde yangın yapmaya savaşıyorum.”
“Bunu ben de yapıyorum. Fakat beyler, ulus beyleri bu yangını yapmamıza göz yummazlar. Onun için bir yandan düzen, bir yandan yumruk ister. Hâlbuki sen, düzen kurmayı beceremiyorsun, yumruğun da şimdilik cılız!”
Temuçin, içini çekti:
“Doğru söyledin Gökçe. Yumruğum cılız. Bunu son savaşta ben de anladım.”
“Ben bu cılız yumruğu demir yaparım. Birkaç yıldan beri de gizli gizli çalışışım bunun içindir.”
“Darılma ama bugüne dek benim için nasıl çalıştığını, ne yaptığını bilmiyorum. Düşman karşısında atımı aşırmak, beni tek koymak sence yardım ise ben o yardımı gene sana bağışladım.”
“Kafan kuruntu dolu, gözün burnuna bağlı. Böyle olmasa sana sessiz sessiz yaptığım yardımları anlardın, yüreğini bana bağlardın.”
“Ne yaptın ki Gökçe?”
“Ne mi yaptım, birer birer sayayım mı?”
“Say da öğreneyim.”
“Sağa git, sola git, yukarı çık, aşağı in, Türk elini dört yandan dolaş, her ubada bir masal dinleyeceksin. Bu masala göre birkaç yüz yıl evvel Alageyik adlı bir dul kadın vardı. Kocasının yasını tutup kara çadırında karagözlerinin kara yaşını silip oturuyordu. Bir gece çırasız çadıra bir ışık doldu, bu ışık elle tutulmaz bir örtü gibi Alageyik’i sardı, sonra söndü. Dul kadın, ter içinde kalmıştı, korkudan tir tir titremişti. Fakat uyanıkken gördüğü bu düşü kimseye söyleyememişti. Dokuz ay on gün geçti, gene bir gece o ışık dul kadının çadırına doğdu, ter dökmeye başlayan kadıncağızı kucakladı. Bu sefer o, bayılmıştı, gözünü açınca dizlerinin arasında üç çocuk buldu.”
Temuçin, çıplak adamın sözünü kesti:
“Bunu ben de babandan dinledim. O üç çocuktan biri benim büyük dedemmiş.”
“Evet, dinlemişsin. Fakat bu masalı baba da oğul da bizim uydurduğumuzu, ağızdan ağıza bizim yaydığımızı anlamamışsınız.”
“Demek Alageyik yalan, büyük babamın ışık dölü olduğu da uydurma.”
“Alageyik yalan değil amma üst tarafı düzme!”
“Yalanlar düzmeyi niçin düşündünüz?”
“Çünkü insanlar, yalanı doğrudan daha çok severler. Sonra kafası aydınlanmamış adamlar, birine yüksek saygı göstermek için onu insanlığın üstünde doğmuş görmek isterler. Biz de seni, beylerin ve hanların üstüne çıkarmak için ışıktan üremiş gösterdik.”
“Canım sıkıldı, senden de babandan da yüreğim biraz daha ayrıldı. Ben yalan sevmem, söyleyenden de iğrenirim.”
“Yalanı sevmezsin amma dört tarafa ulak çıkarıp bu masala inanmayın diye de bağıramazsın. Böyle bir şey yaparsan seni yükseltmek için uydurduğumuz öbür masallar da suya düşer. Sonra kendin de küçülürsün, cascavlak bir Moğol beyceğizi kalırsın.”
“Başka yalanlarınız da var mı?”
“Var ya.”
“Haydi sıkılma, onları da söyle.”
“Senin doğuşunu da babam bir masal yaptı. Anan seni her kadın gibi, her kısrağın bir tay bırakması gibi sessiz, gürültüsüz doğurmuştu. Elli yıldan beri Türk elinde bir kaynaşma, bir anlaşma yapmak isteyen, bunun için de senin soyuna dayanmayı kuran babam, bu doğumu bir tutamak saydı, dört tarafa bir masal uçurdu. Sanki sen bir eli yumuk olarak doğmuşsun. Eben elini açınca bir parça pıhtı kan görmüş. Moğol ulusunun en akıllısı babam değil mi ya. Hemen o, bu kan pıhtısını alıyor, evirip çeviriyor, babana müjde veriyor; ‘Bu çocuk ulu hakan olacak, yeryüzünün hepsini alacak!’ diyor.”
“Bu da mı yalan Gökçe!”
“Yalan ya. Ana karnından yeni fırlayan tayların koşucu olup olmadıkları bile ilk günden anlaşılmaz. Nerede kaldı ki insan yavrusunun hakanlığa yükseleceği doğumunda belli olsun. Fakat dedim ya, kafası aydınlanmayan adamlar, bu masallara çabucak inanır.”
“Peki, dileğiniz neydi, baba oğul niçin yalanlar uyduruyorsunuz, hele benim adımı ne diye yalanlarınıza temel yapıyorsunuz?”
“Babam da ben de Türk elini bir beyin buyruğu, bir bayrağın gölgesi altında görmek isteriz. Türk, altından üstündür. Altın hakanları yıllarca alt etmiştir. Gene öyle olmalı, el birliğiyle yücelmelidir. Bunun için de kanı yüksek, bileği sağlam bir adam ortaya atılmalıdır. Biz, seni seçtik.”
“Diyelim ki dediğiniz oldu, dileğiniz yerini buldu. Siz, ne kazanacaksınız?”
“Onu şimdi değil, bütün Türklerin biricik hakanı olduğun gün sor.”
“O güne erişeceğinize inanıyor musun?”
СКАЧАТЬ