“Yo, ağlama oğlum,” dedi yaşlı adam. “Vadem doldu. Ömrümü boşa harcamadım. Bir tüccar olarak servetimi gençlik yıllarımda kazanmaya başladım. İşte o yıllarda yaşadığım sıkıntılardan seni esirgemek istiyorum. Birazdan güneşi yutacak olan deniz şimdi sakin. Ama ondan sakınman gerek oğlum, zira güvenilmezdir. Şimdi bana söz ver, hatta yemin et: Yabancı diyarlara gitmek için asla aşmayacaksın o denizi.”
Bar Şalmon babasının ellerini tuttu.
“Sana yemin ederim ki dileğini yerine getireceğim,” dedi boğuk bir sesle. “Asla deniz yolculuğuna çıkmayacağım. Burada, kendi memleketimde kalacağım. Huzurunda ant içiyorum babacığım.”
“Bu Tanrı’nın huzurunda içilmiş bir ant,” dedi ihtiyar adam. “Sözüne sadık kal, yeminini sakın bozma. İşte o zaman Tanrı da seni kutsayacak. Unutma bunu! Bak, işte güneş batıyor.”
Mar Şalmon yastıklarının üstüne düştü ve daha fazla konuşamadı. Oğlu Bar Şalmon Güneş batana dek sessizce hıçkırıp ağlayarak pencereden dışarı baktı. Sonra ölü odasından ayrıldı.
Acı haber duyulduğunda bütün şehir yasa boğuldu çünkü Mar Şalmon çok hayırsever bir adamdı. Neredeyse bütün şehir halkı, mezarlığa götürülen naaşı takip etti. Daha sonra Bar Şalmon şehirde babasının şerefli mevkisini alacaktı. Tıpkı babası gibi o da yoksullar ile muhtaçlar için cömert bir hayırsever olacak, dostlarına bilgelik dolu nasihatlerde bulunacaktı.
İşte böylece yıllar gelip geçti.
Günlerden bir gün uzak bir ülkeden gelen yabancı bir gemi, şehir limanına demir attı. Geminin kaptanı yabancı bir dilde konuşuyordu. İlim irfan sahibi bir adam olduğundan Bar Şalmon’u çağırdılar. Kaptanın dilini bir tek o anlayabilirdi. Onu çok şaşırtan bir şey öğrendi: Gemideki yük, babası Mar Şalmon için gelmişti.
“Ben Mar Şalmon’un oğluyum,” dedi. “Babam öldü ve tüm varlığını bana bıraktı.”
“O halde hakikaten dünyanın en şanslı ve en zengin insanısınız,” diye cevap verdi kaptan. “Gemim çok büyük sayıda mücevher, kıymetli taş ve başka hazinelerle dolu. Biliyor musunuz, ey Mar Şalmon’un biricik oğlu, bu yük, denizin karşı yakasındaki bir ülkede size ait olan servetin ancak küçük bir bölümüdür.”
“Bu çok garip,” dedi Bar Şalmon şaşkınlıkla. “Babam bana bundan hiç söz etmedi. Gençliğinde uzak ülkelerle ticaret yaptığını biliyorum ama oralarda mal varlığı olduğunu hiç söylememişti. Dahası, babam bu kıyıdan asla ayrılmamam için bana tembihte bulundu.”
Kaptan çok şaşkındı.
“Anlayamadım,” dedi. “Ben yalnızca babamın emrini yerine getiriyorum. Babam, sizin babanızın hizmetkârıydı ve uzun yıllar boyunca Mar Şalmon’un hazinesini almak için geri dönmesini bekledi. Ölüm döşeğindeyken efendisini ya da onun oğlunu bulacağıma dair bana yemin ettirdi. İşte ben de öyle yaptım.”
Bazı vesikalar çıkardı. Sözü geçen o büyük servetin artık Bar Şalmon’a ait olduğuna dair şüphe olmadığı anlaşıldı.
“Artık siz benim efendimsiniz ve mirasınızı almak için benimle beraber karşı kıyıdaki ülkeye gelmelisiniz. Bir yıl sonra çok geç kalmış olursunuz çünkü ülke kanunlarına göre malınıza el konacaktır,” dedi kaptan.
“Sizinle gelemem,” dedi Bar Şalmon. “Asla deniz seyahatine çıkmayacağıma dair Tanrı’ya yemin ettim.”
Kaptan güldü.
“Dürüst olmak gerekirse, sizi anlamıyorum. Tıpkı babamın sizin babanızı anlamadığı gibi,” diye cevap verdi kaptan. “Babam, Mar Şalmon’un tuhaf bir adam olduğunu söylerdi. Bunca zenginliği ve serveti ihmal ettiğine göre belki de aklı yerinde değil derdi.”
Bar Şalmon sinirli bir hareketle kaptanı susturdu ama derin bir sıkıntıya kapılmıştı. Babasının yabancı diyarlardan gizemle söz ettiğini hatırladı. Başka ülkelerdeki servetine dair tek kelime etmediğine göre gerçekten de babası Mar Şalmon’un aklı başında mıydı? Günlerce bu meseleyi kaptanla tartıştı. Kaptan nihayet onu bu yolculuğa çıkması için ikna etti.
“Yemininizi dert etmeyin. Açıkçası, kıymetli babanız size tüm servetinden söz etmediğine göre aklını yitirmiş olmalı. Aklı başında olmayan birine verilmiş bir söz bağlayıcı değildir. Ülkemizde yasa böyledir.”
“Burada da öyledir,” diye karşılık verdi Bar Şalmon ve bu sözle birlikte son şüphesinden de arınmış oldu.
Karısına, çocuğuna ve arkadaşlarına veda edip denizin ardındaki ülkeye gitmek üzere o yabancı gemiye bindi.
Üç gün boyunca her şey yolunda gitti fakat dördüncü güne gelindiğinde hiç rüzgâr olmadığından gemi kımıldamamaya başladı. Yelkenler tembel tembel direklere çarpıyordu. Denizcilerin güvertede yatıp bir rüzgâr esmesini beklemekten başka yapacağı bir şey yoktu. Bar Şalmon fırsattan istifade ederek onlara bir ziyafet verdi.
Sonra birden, ziyafetin tam ortasında geminin hareket etmeye başladığını fark ettiler. Hiç rüzgâr yoktu ama gemi çok hızlı bir şekilde ilerliyordu. Kaptan hemen dümene geçti. Ancak geminin kontrol edilemediğini görünce dehşete düştü.
“Bu gemi büyülü,” diye haykırdı. “Rüzgâr esmiyor, akıntı da yok ama sanki bir fırtınayla sürükleniyor gibiyiz. Kaybolacağız!”
Denizciler paniğe kapıldı. Bar Şalmon onları yatıştırmayı başaramadı.
“Gemideki biri bize uğursuzluk getirdi,” dedi Lostromo, Bar Şalmon’a imalı bir şekilde bakarak. “Onu gemiden atmamız gerek.”
Arkadaşları bunu kabul ederek Bar Şalmon’a hücum etti.
Fakat tam o sırada geminin başındaki gözcü heyecanla bağırdı: “Kara göründü!”
Gemi hâlâ dümene uymayı reddediyordu ve nihayet kumsala oturdu. Gemi başından sonuna kadar titriyordu ama parçalanmadı. Hiç kaya gözükmüyordu, yalnızca arada sırada bir ağacın bulunduğu ıssız bir çöl vardı karşılarında.
“Görünüşe göre hiç hasar almamışız,” dedi kaptan ilk şaşkınlığından kurtulduktan sonra. “Ama tekrar nasıl suya açılacağımızı bilmiyorum. Bu toprakları hiç tanımıyorum.”
Haritalarının hiçbirinde bu toprakları bulamadı. Denizciler karamsar bir şekilde bu gizemli sahile bakıyordu.
“Bu toprakları keşfetsek daha iyi olmaz mı?” diye sordu Bar Şalmon.
“Hayır, hayır,” diye haykırdı Lostromo heyecanla. “Baksanıza, kıyıya hiç dalga vurmuyor. Burası insanlara ait bir yer değil, ifritlerin ülkesi olmalı. Bize bu uğursuzluğu getireni gemiden atmazsak mahvolduk demektir.”
“Ben karaya çıkacağım ve benimle beraber karaya çıkan herkese ellişer gümüş kron vereceğim,” dedi Bar Şalmon.
СКАЧАТЬ