Название: Ateşten Düşünceler
Автор: Edward Joseph Harrington O'Brien
Издательство: Maya Kitap
isbn: 9786258068900
isbn:
Her şeye rağmen sevdiği şeyleri öldürmek ona işkence gibi geliyordu. Kendini daha önce hiç kimsenin olmadığı kadar acımasız olmaya zorlamalıydı. Cennetin siperlerinde şiddetle esecek, meleklere karşı zaferler kazanacak ve Thor’un baltasını Tanrı’nın göğsüne saplayacak kadar acımasız olmak, ona göre kutsal bir şeydi.
“Tüm düşünce ve arzularımı, kendimi küçümsediğim melankolimin önüne koyarak, daha sert, adaletsiz ve kendinden nefret eder biri oldum. Hatta kendime bedensel ceza bile uyguladım; kendimi iki hafta sabah ikide uyumaya ve saat tam altıda kalkmaya zorladım. Sinirsel asabiyetime yenik düştüm. Hayatın cazibesi, gösterişi ve düzenli çalışma disiplinim bana engel olmasaydı, aptallığım beni daha ne kadar ileri götürürdü kim bilir?” Öfkeli doğası onu sağlığına geri getirmenin yollarını ararken, şeytan ve insan, içinde hâkimiyet için savaş veriyordu. Dış dünyasındaki çekişme ise artık Ritschl ve Schopenhauer arasındaydı.
Nietzsche, Tragedyanın Doğuşu’nda Raphael’in Transfiguration tablosunu kendi deneyimlerini temsil eden bir eser olarak değerlendirdi. “Resmin alt yarısındaki ele geçirilen adam,11 çaresizlik içindeki insanlar, dehşete düşmüş öğrenciler, bize dünyanın eşsiz temeli olan ebedi acının yansımasını gösteriyor. Daha sonra bu görünümden, saf mutluluk ve acısız düşüncelerden süzülerek insanların şaşkın gözlerinde parlayan ışıkla yeni bir hayali dünya doğuyor.”
Benzer bir hayali dünya, Schopenhauer’ın İsteme ve Tasavvur Olarak Dünya kitabını açar açmaz da aklına gelmişti. Bu dünya Apollo’nun dünyasıydı ve buraya klasik çalışmalarında kurulmasına yardım ettiği bir filoloji kulübünde eski Yunan aristokrat Theognis hakkında ders verirken Erinyelerden12 kaçarak gelmişti. Nietzsche, bu yazının bir taslağını, Ritschl’e gösterdi ve Ritschl, sevgi dolu övgülerle ona bu eserini bir kitap olarak yeniden yazmasını tavsiye etti. Onu dinleyen Nietzsche, 1866 yılının Paskalya tatilini, Prusya-Avusturya savaşının önemli günlerinde bu kitabı yazarak geçirdi. Profesörün övgüsü, Nietzsche’nin kendine olan sevgisini yerine getirmişti ve böylece ikili arasında gerçek bir yakınlık başladı. Artık Nietzsche, üç dört günde bir Ritschl’i görmeye gidiyordu.
Ritschl başarılıydı ancak Schopenhauer daha da başarılıydı. Bu haksız savaşın sonucunda Schopenhauer üstün geldi ve ona hükmeden yeni üstadının esiri olan Nietzsche, boşlukta ve düzensizlikte kendi Nirvana’sını aramaya koyuldu. Lisbeth bir keresinde, Schopenhauer’ın Nietzsche için sadece bir kitap değil, aynı zamanda bir dost olduğunu belirtmişti. Tüm çocukluğu ve gençliği boyunca baba özlemi çeken Nietzsche için Schopenhauer, bir nevi bir baba figürü demekti. Altı sene önce Schopenhauer hayattaydı ve belki de babasını ziyaret etmişti. Düşüncesi bile onu heyecanlandırıyordu. Ancak Schopenhauer artık hayatta değildi ve bunu bilmek kendisine acı veriyordu. Bu farkındalığın ardından gelen sinir krizlerinde, Virgil13 benzeri hayali bir figür onu derin gölgelerin arasından çekerek hayata bağlardı.
Schopenhauer’ın dünyası, insanlığın kalbini donduracak cinstendi. Onun buzlu cehenneminde bir Tanrı yoktu. Onun dünyası, Tanrı’dan uzakta, zaman, mekân ve ebedi yokluğa bağlı sert yasalarca yönetilirdi. Akıldan uzak kör bir İrade, hiçbir İlahi Takdir beklemeden, canlılara hayat verir, kendinden beslenir ve insanların acılı arzuları karşısında tek başına ebediyen açlık çekerdi. Açlığının ona zorla oluşturduğu insanlığı görmezden gelir ve gelişim kavramını bu acınası atomların bir yanılsaması olarak görürdü. Aç ve bilinçsiz bir halde, boş bir tahtın altında dehşetle anlamsızca konuşup duran ebedi bir aptaldı o.
Bu yüzden Lucifer, insanlarla kendi acısını paylaşır, acısını dindirmek için onları bir çukura çeker ve insanlar tarafından terk edilen Tanrı’yı yalnız, cenneti de boş bırakırdı. Böylece artık “Yalnız Kahraman” olmayan Lucifer, Tanrı’nın konuklarının cenneti inkâr edeceklerini bildiğinden büyük bir zafer yaşardı.
O yılın kasım ve aralık aylarında Nietzsche’nin eve yolladığı mektuplar, bu yeni peygamberinin karamsarlığıyla doluydu ve gerçek bir Alman reformcu kimliğiyle ailesini kendi görüşlerine inandırmanın yollarını aradı. Yine de kız kardeşinin söylediğine göre Nietzsche, düşmanının doğum gününde ateşkes yapar, böylelikle Noel tatilleri keyifli geçerdi.
Nietzsche, Leipzig’e geri döndüğünde kendini tamamen özgür hissetti. Bonn’daki yenilgisi artık geçmişte kalmıştı. Sonunda dikkate alınması gereken bir güç olabilmeyi başarmıştı ve artık çevresine hükmedebiliyordu. Yalnızlık, ödemesi gereken önemsiz bir bedeldi sadece. Tüm bunların ortasında kalmışken kendini özgür hissedemez miydi? Paskalya’da Gersdorff’a Manfred karakterinin ağzından bu satırları yazdı: “Dün kasvetli bir fırtına koptu, aceleyle yakınlardaki Leusch tepesine koştum (belki bu kelimenin anlamını bana açıklayabilirsin). En tepede bir kulübe gördüm, bir adam, onu izleyen oğlunun karşısında iki çocuğu katlediyordu. Birden bir gürültü koptu ve yeryüzüne şimşek ve dolu yağmaya başladı, tam o sırada tarif edilemez bir esenlik ve haz duygusuna kapıldım… Benim için iradesiz bir adamın ne önemi vardı? İncil’deki sonsuz “Yapmalısın” ve “Yapmamalısın” söylemlerini neden umursamalıydım? Bence yıldırım, fırtına ve dolu farklı dünyalara aitler. Ahlaki değerlerden yoksun, özgür birer güç gibiler! Ne kadar mutlu ve güçlüler, aklın karmaşasından etkilenmeyen saf bir iradeye sahipler!” Bunlar, Hz. İbrahim’in, oğlu İshak’ı bağışladığı ve onun yerine çocukları kurban ettiği Aslan tepesindeki hayali düşünceleriydi.
Nietzsche, Odin’in karanlık güçleriyle tek başına, kendi yolunda korkmadan ilerliyordu. Sinir bozukluğu yüzünden cesaret olgusunu hiç olmadığı kadar sık düşünmeye başlamıştı. Katlanılamaz yenilgi hatıralarıyla Bonn’dan ayrılalı henüz sadece birkaç ay olmuştu.
Sinir bozukluğunun, aslında sahip olmadığı cesareti tüm gücüyle var olmaya iten zorlayıcı bir etkisi vardı. Güç, onun için her zaman bir kesinlik olmalıydı ve felsefe, kalbinin ihtiyaçlarına cevap vermeliydi. Schopenhauer ona, hasta bir kalbin ancak acı çekerek ve vazgeçerek arınabileceğini öğretmişti. Tüm bu yanılsamaların farkında olup onları reddeden kalp, içinde oluşan bu boşluğu saf ruhuyla doldurabilir ve böylece kendi kaderini ve değerlerini yaratabilirdi. Tek gerçek, bu değerler ve kaderdi. Bu saflaştırılmış benliğin içinden, Tanrı ve insanlık kavramları onun için yalnızca birer hayali yanılsama olan Yalnız Kahraman doğdu. Bu kahraman tek yaratıcıydı. Bütün insanlar kahraman olursa, bu herkes Tanrı olur demekti ve sahip oldukları dünyada krallar gibi yaşayabilecekleri anlamına gelirdi. Böylece Kahraman, insanlığı özgürleştirmek için çabalayabilirdi.
Schopenhauer, bilgeliğe çıkan yolun, yok oluştan geçtiğini savunur. Ona göre, öz saygımızı yaralayan dünyayı inkâr ederek yok edersek eğer, bu küçük insanlara hükmeden süper insanlar olarak tuttuğumuz kinleri unutup, Tanrı ve insanlık yüzünden haksız yere acı çektiğimiz gizli tutkularımızı gerçekleştirebiliriz. Schopenhauer, düşüncelerinde hem insanların arasında hem de СКАЧАТЬ
11
Burada babasının cenazesini hatırlamış olabilir miydi?
12
Grek ve Roma mitolojisinde evrendeki düzenin ve doğa yasalarının bekçileri. (ç.n.)
13
Dante’nin