Gözleri kısıldı. “Ünlü olursan, o rezil portre de ünlü olur.”
Neredeyse ona, ne kadar ünlü olursam olayım, o rezil portrenin kimsenin umurunda olmayacağını söyleyecektim, ama bunun yerine, “O portre benden bağımsız olarak ünlü olacak ekselansları, çünkü onun konusu sizsiniz ve insanlar sizi daima önemseyecek,” dedim.
“Bu doğru,” diye burnunu çekti. “Yeteneksizlik olayını bir kenara bırakabilirdim…”
İki gamzemi de ortaya çıkaracak kadar gülümsedim.
“…tabii amcamın sarayında beni gerektiği gibi temsil edebileceğini düşünseydim.”
Elimi kalbime bastırıp “İtibarınız güvende. Çağdaşlarıma bakılırsa ben ideal saray mensubu, mükemmel yüz, mükemmel nezaket, mükemmel…”
“Bunlar umurumda değil.” Bu cümleyi sanki bir bahçede çember çeviren kızlar kadar önemsiz bir şeyden bahsediyormuş gibi söylemişti. “Urbino’ya sadık olup olmadığını bilmem gerekiyor. Bana sadık olup olmadığını da…”
“Sì certo, ekselans…”
“Seni Roma’ya gönderirsem, bana bir söz vermelisin.” Şıngırtılar çıkararak ileri doğru bir adım attı. Zırhı parladı; acaba o sabah mı cilalamıştı?
Ben de “Ne isterseniz,” diye cevap verdim.
Zırhlı yumruğunu açınca elindeki şişe ortaya çıktı.
Alıp ışığa tuttum. İçindeki toz beyazdı. “Alçıtaşı mı, yoksa…”
“Arsenik.”
Zehir şişesini döşeme tahtalarına düşürdüm.
“Onu al.” Bir tabureye oturarak yumruğunu miğferinin tepesine vurdu ve emrinde koca bir asker ordusu olduğunu, oysa benim sadece fırçalardan oluşan bir ordum olduğunu vurguladı.
Emrini yerine getirdim ama şişeyi masaya bıraktım ve titreyen elimi pantolonuma sürttüm. Bacağım yanıyor muydu? Zehir pantolondan geçebilir mi?
“Bramante’nin bitiremediği işi senin bitirmeni istiyorum,” dedi Dük. “Michelangelo.”
Geri adım atmış ya da parmaklarımı saçlarımın arasından geçirmiş olabilirim, hatırlamıyorum; tek hatırladığım kafamın çok karışmış olduğuydu. “Anlamıyorum, benden Michelangelo’nun heykeltıraşlık işlerinden birini bitirmemi mi istiyorsunuz, yoksa…”
Dük hiçbir uyarıda bulunmadan zırhlı eliyle başımın yan tarafına öyle sert vurdu ki geriye doğru sendeledim. Ellerimi yüzüme bastırdım – yanağım sızlıyordu – ve ayaklarım birbirine dolandı. Düştüm, kalçam tahta zemine sertçe çarptı. “Bunu iyi anla evlat,” diye hırladı. “Urbino’yu rekabetten kurtarmanı istiyorum. Sonsuza kadar.” Sadece inlemeyle karşılık verdiğimde, Dük beni tekmeleyecekmiş gibi bir hareket yaptı. Midemi korumak için bacaklarımı kaldırdım ama vurmadı. Henüz değil. “Seni neden Roma’ya göndermek istediğimi biliyor musun?”
Başım zonkluyor, kulaklarım uğulduyordu.
“Çünkü Papa…tavanı boyaması için bir ressam arıyor. Sistine Şapeli’nin tavanını.”
Ellerimi yüzümden çekip Dük’e baktım. “Sistine Şapeli mi?”
Başını sallayarak onayladı.
Dük’ün darbesinin etkisiyle yanağım zonklarken kalbim de heyecandan güm güm atıyordu. Sistine mi? Kardinaller Heyeti’nin papaları seçmek için toplandığı, Hıristiyan âleminin en kutsal şapellerinden biri mi? Bu doğru olabilir miydi? Papa Julius’un amcası Papa IV. Sixtus, bu şapeli 1470’lerde inşa ettirmiş, duvarlarını süslemek için dönemin en büyük ustalarını tutmuş ve bu şapele kendi adını vermişti: Sistine yani “Sixtus’un”. O büyük şapelin tavanını süslemesi için yeni bir ressam tutmak, Papa’nın amcasını onurlandırmasının uygun bir yoluydu. Ve Dük de Papa’nın yeğeni olduğuna göre…
Sızlanmayı bıraktım.
Dük eğildi, yakamı tuttu ve şöyle dedi: “Senin gibi Urbino vatandaşı olan Donato Bramante, Papa için çalışıyor ve o, yarımadanın en büyük mimarı olarak kabul ediliyor. Papa için çalışan en büyük ressam olmak istemiyor musun?”
Dudaklarımı yalamaya çalıştım ama ağzım çok kurumuştu. “En çok istediğim şey bu,” diye fısıldadım.
“İyi o zaman.” Ayağa kalkıp kapıya doğru yürüdü. “Amcama mektup yazıp seni Sistine için tavsiye edeceğim.”
“Ben… Ben…” Ayağa kalktım.
“Süslü püslü minnettarlık sözlerine gerek yok. Sözünü tutarak bana teşekkür edebilirsin.”
Kapıya uzandı ve aaah, ben o an ne yaptım dersiniz? “Bunu yapmayacağım,” dedim.
“Ne?”
Dük’ün o an nasıl göründüğünü bilmiyorum çünkü gözlerimi ayakkabılarımdan ayırmadım – bir çift kahverengi deri ayakkabı, bir parmağında bir damla kırmızı boya vardı. “Kimseyi zehirlemeyeceğim,” dedim.
“Michelangelo senin rakibin.” O son sözü “şeytan” der gibi söylemişti.
“Sì.”36
“Kariyerini sona erdirebilirim.”
Kasnaktaki ip gibi kıvrılan midemle, “Sì,” diye tekrarladım.
“Yetenekten yoksun olduğunu biliyordum.” Bunu söyler söylemez de kapıyı sertçe açtı. Dışarıda, Evangelista ve asistanlarım, “Çok kötü, şimdi Sistine’in ihtişamı başka birine gidecek,” diye alay eden Dük’e bakakaldılar. Dük avluda şıngırdaya şıngırdaya yürürken asistanlar fısıldaşmaya başladı: Atölye kapanıyor muydu? İşsiz mi kalacaklardı? Dük onları işe alır mıydı?
Evangelista aceleyle içeri girdi ve arkasından kapıyı kapadı. “Ne oldu?”
“Hiçbir şey, o…onun…” Masadaki bir sandalyeyi düzelttim, sonra bir tane daha ve bir tane daha. “Yıllar önce portremi beğenmemişti, hepsi bu. İşlerimden hoşlanmıyor.”
Evangelista dirseğimi tuttu. “Peki ne yapıyoruz?”
“Burada kalmalı ve o müsaade ettiği sürece atölyeyi çalıştırmaya devam etmelisin. Ben de elimden gelen tek şeyi yapacağım.” Evangelista’nın omzunu sıktım ve “Resim,” dedim. Beni Roma’ya götürmesi için siyasete güvenemezdim, değil mi? Hayır, o kadar iyi olmalıydım ki onlara rağmen СКАЧАТЬ
36
İt. Evet. (ç.n.)