Название: Sefiller II. Cilt
Автор: Виктор Мари Гюго
Издательство: Elips Kitap
isbn: 978-625-6862-61-6
isbn:
Marius artık kimseyi görmeye gitmiyor ama bazen tesadüfen Mabeuf Baba ile karşılaşıyordu. Marius kiler merdiveni denebilecek, ışıksız, tepeden yürüyenlerin ayak seslerinin duyulduğu yerlere giden o hüzünlü basamaklardan yavaş yavaş inerken Mösyö Mabeuf de onun yanına iniyordu. Cauterets Çevresinin Florası artık hiç satılmıyordu. Austerlitz’in kötü bir manzaraya sahip küçük bahçesinde çivit otu üzerinde yapılan deneyler başarılı olmamıştı. Mösyö Mabeuf orada sadece gölgeyi ve nemi seven birkaç bitki yetiştirebiliyordu. Buna rağmen cesareti kırılmadı. Jardin des Plantes’da çivit otu denemelerini “kendi pahasına” yapmak için iyi bir fırsatla bir köşe elde etmişti. Bu amaçla Flora’nın bakır levhalarını rehine vermişti. Kahvaltısını iki yumurtaya indirdi ve bunlardan birini son on beş aydır maaşını ödemediği yaşlı hizmetçisine bıraktı. Ve çoğu zaman kahvaltısı tek öğünüydü. Artık çocuksu gülümsemesiyle gülmüyordu, asık suratlıydı ve ziyaretçi almıyordu. Marius oraya gitmeyi düşlememekle iyi etmişti. Bazen Mösyö Mabeuf’ün Jardin des Plantes’a giderken yolda olduğu saatte, yaşlı adam ile genç adam, Hôpital Bulvarı’ndan yan yana geçerlerdi. Konuşmazlar ve sadece kafalarını eğerek birbirlerini selamlamakla yetinirlerdi. Yürek parçalayıcı bir şey, sefaletin bağları kopardığı bir an mutlaka gelir! Bir zamanlar dost olan bu iki adam artık sadece yoldan geçerken tesadüfen karşılaştıkları birer tanıdık hâline dönüşmüştü. Kitapçı Royal ölmüştü. Mösyö Mabeuf artık kitaplarını, bahçesini ve çivit mavisini tanımıyordu; bunlar onun için mutluluk, zevk ve umudun üstlendiği üçlüydü. Bu, onun yaşamı için yeterliydi. Kendi kendine şöyle dedi: “Mavi toplarımı yaptığım zaman zengin olacağım, bakır levhalarımı rehinciden alacağım; aldatmaca, bol para ve gazete ilanlarıyla Flora’mı yeniden modaya sokacağım ve satın alacağım, Pierre de Médine’in Denizcilik Sanatı’nın ahşap oymalı, 1655 baskısının nerede olduğunu çok iyi biliyorum.” Bu arada, bütün gün çivit otu tarlası üzerinde çalışıyor, geceleri bahçesini sulamak ve kitaplarını okumak için eve dönüyordu. O çağda Mösyö Mabeuf neredeyse seksen yaşındaydı. Bir akşam tuhaf bir biçimde sanki bir hayalet gördüğünü düşündü. Henüz güpegündüz iken eve dönmüştü. Sağlığı giderek kötüleşen Anne Plutarque hasta ve yataktaydı. Yemek yemiş, üzerinde biraz et kalmış bir kemik ve mutfak masasının üzerinde bulduğu bir parça ekmeği almış, bahçesindeki bir sıranın yerini alan devrilmiş bir taş direğe oturmuştu. Bu sıranın yanında, meyve bahçelerindeki modaya uygun olarak, kiriş ve kalaslardan yapılmış çok harap bir tür büyük sandık, zemin katta bir tavşan kafesi, birinci katta bir meyve dolabı vardı. Aslında kafeste tavşan yoktu artık fakat meyve bölümünde geçen mevsimden kalan birkaç elma vardı. Mösyö Mabeuf gözlüklerini takmış ve çok zevk aldığı iki kitaptan birini okumaya koyulmuştu. Aslında bu kitaplar kendisini biraz huzursuz ediyordu. Küçüklüğünden bu yana ürkek bir yapısı olan bu ihtiyar adamın tuhaf batıl inançları bulunmaktaydı. Bu kitaplardan ilki Başkan Delancre tarafından yazılan İblislerin Vefasızlığı, diğeri ise Mutor de la Rubaudière’in Vauvert Şeytanları ve Bievre Cinleri’ydi. Cinler hakkındaki bu kitap, Mabeuf Baba’nın ilgisini fazlasıyla çekiyordu çünkü bulunduğu bahçede çok eski yıllarda küçük cinlerin yaşadığı söyleniyordu. Güneş ufuktan çekilmiş, gün batımı çökmek üzereyken bulunduğu yer gölgelerle dolmaya başlamıştı. Mabeuf Baba bir yandan elindeki kitabı okuyor, öte yandan bahçesindeki çiçeklere bakıyordu. Güzel bir ortanca, onun şu son günlerde en büyük tesellisiydi ama dört gün süren kızgın güneş ve rüzgâr o hoş ortanca bitkisini fazlasıyla soldurmuştu. Çiçeğin sapları bükülmeye, tomurcukları solmaya ve yaprakları dökülmeye başlamış; bir gün daha su verilmeyecek olursa kesinlikle tamamen solup gidecek hâle gelmişti. Mösyö Mabeuf, bitkilerin de tıpkı insanlar gibi ruhları olduğuna inanırdı. Bütün gün o çivit tarlasını çapalayan yaşlı adam çok yorgun olmasına rağmen kendisini zorlayarak yerinden kalkıp gözlüklerini ve kitabını taş bankın üzerine bıraktıktan sonra, bahçede bulunan kuyuya doğru giderek biraz su almaya niyetlendi. Kovanın halatını tutuyordu ama onu yerinden oynatıp aşağıya indirecek kadar gücü dahi kalmamıştı, biraz güç toparlayabilmek için o sırada başını yıldızlı gökyüzüne kaldırdı. Gece de gündüz gibi kurak geçeceğe benziyordu. İhtiyar adam kederle kendi kendine aklından şunları geçirdi: “Tanrı’m; her taraf yıldız dolu, tek bir bulut dahi yok, bir gözyaşı damlası kadar bile su yok.” Başını bir kez daha kuyuya indirip sonrasında tekrar gökyüzüne bakarak: “En azından bir çiy damlası bile yeter! Merhamet, ey yüce Tanrı’m!” diye hayıflandı. Kovayı çıkarmak için tekrar atıldı ama yapamadı. Tam o sırada birinin şöyle seslendiğini işitti: “Mabeuf Baba, bahçenizi sulayabilirim isterseniz!”
Sonra yapraklar arasında yabani bir hayvanın geçişine benzeyen bir ses duyuldu ve yaşlı adam çalıların arkasında, gözlerini doğrudan ona dikmiş duran zayıf bir kız olduğunu gördü. O bir kızdan çok, gün batımındaki gölge gibiydi aslında. Mabeuf Baba, neye uğradığını bilemeden ve kıza karşılık veremeden, kız kovayı kancadan indirmiş ve kuyuya daldırmıştı. Hemen sonra eski püskü kıyafetler içerisindeki bu hayalet gibi kız, çiçekleri sulayıp çevresine hayal saçmaya başladı. Kovanın yapraklarda çıkardığı o su sesi ihtiyara derin bir mutluluk veriyordu, sanki dökülen her bir su damlasında kendisi de serinliyordu. Artık ortancasının da mutlu olduğuna emindi. Kız ilk kovadan sonra bir kova su daha çekti, sonra bir üçüncü kovayla bütün bahçeyi hızlıca suladı.
Çiçekler arasında kara bir hayalet gibi oradan oraya koşturan bu kız, üzerindeki peleriniyle âdeta bir yarasaya benziyordu. Kız çiçekleri sulama işini bitirmiş, Mabeuf Baba’nın gözleri mutluluk yaşlarıyla dolmuştu; kızın saçlarını okşadıktan sonra, elini alnına koyup ona şöyle söyledi: “Tanrı seni korusun. Çiçekleri sevdiğine göre, sen bir melek olmalısın.”
“Hayır.” diye yanıtladı kız. “Ben şeytanım ama benim için hepsi aynı.”
Yaşlı adam onun cevabını beklemeden veya duymadan haykırdı:
“Bu kadar mutsuz ve fakir olmam, senin için hiçbir şey yapamamam ne yazık!”
“Bir şeyler yapabilirsin.” dedi kız.
“Ne?”
“Bana Mösyö Marius’ün nerede yaşadığını söyle.”
Yaşlı adam anlamadı. “Ne Mösyö Marius’ü?” dedi, cam gibi gözlerini kaldırdı. Kaybolmuş bir şeyi arıyor gibiydi.
“Eskiden buraya gelen genç bir adam.”
Bu arada, Mösyö Mabeuf hafızasını canlandırmaya çalışıyordu. “Ah! Evet!” diye haykırdı. “Ne demek istediğinizi anlıyorum. Bekleyin! Mösyö Marius, Baron Marius Pontmercy! Şeyde yaşıyor, daha doğrusu artık yaşamıyor… Ah, pekâlâ, bilmiyorum.” Konuşurken bir orman gülünün dalını koparmak için eğilmişti ve devam etti: “Bekle, hatırladım. Sık sık bulvardan geçer ve Glaciére, Croulebarbe Sokağı yönünde gider. Tarla Kuşu Çayırı’na. Oraya git. Onu kesinlikle orada bulursun.”
Mösyö Mabeuf doğrulduğunda artık kimse yoktu, kız ortadan kaybolmuştu. Kesinlikle çok korkmuştu.
“Gerçekten.” diye düşündü. “Bahçem sulanmasaydı, onun bir ruh olduğunu düşünürdüm.”
Bir СКАЧАТЬ