Bunun üzerine Eteoneus koşarak gidip diğer uşaklara onunla gelmelerini söyledi. Boyunduruğun altında ter içinde kalan atları çözdüler, yemliklere bağladılar, yulaf ve arpa karışımından yem verdiler. Sonra arabayı avlunun sonundaki duvara yasladılar ve misafirlere evin yolunu gösterdiler. Telemakhos ve Peisistratos sarayı görünce afalladı, zira güneş ve ay gibi pasparlaktı. Baktılar hayran hayran yüreklerinin memnuniyetiyle, sonra hamama gidip yıkandılar.
Hizmetçiler onları yıkadıktan ve yağla ovduktan sonra, yün yelekler ve gömlekler getirdiler ve ikisi de Menelaos’un yanında yerlerini aldı. Bir hizmetçi kadın su getirdi güzel bir altın ibrikte ve ellerini yıkamaları için gümüş bir leğene döktü suyu, yanlarına da temiz bir masa çekti. Kâhya kadın ekmek getirdi onlara ve evdeki güzel yiyeceklerden koydu önlerine, bu sırada tabak tabak her çeşit etten getirdi, et sunan ve önlerine altın kupalar koydu.
Sonra Menelaos selamladı onları şöyle diyerek: “Yemeğe başlayın ve hoş geldiniz. Yemeğiniz bitince size kim olduğunuzu soracağım, zira sizin gibi adamların soyu tükenmez. Asa taşıyan kralların soyundan geliyor olmalısınız, zira aşağılık adamların sizin gibi oğulları olmaz.”
Böyle söyleyerek onlara sığır sırtından yağlı, kızarmış bir parça et uzattı, onur payı olarak konmuştu yanına ve onlar da önlerindeki güzel yiyeceklere ellerini uzattılar. Yeteri kadar yiyip içtikten sonra, Telemakhos Nestor’un oğluna, kimsenin duymaması için başını yaklaştırarak şöyle dedi: “Bak Peisistratos, can yoldaşım, tunç ve altın parıltılarına bak, kehribar, fildişi ve gümüşe. Her şey o kadar muhteşem ki, sanki Zeus’un sarayını görmüş gibiyim. Hayranlıktan kendimi kaybettim.”
Menelaos duydu onu ve şöyle söyledi: “Oğullarım, kimse Zeus’la bir tutamaz kendini, zira onun evi ve her şeyi ölümsüzdür. Ama ölümlü insanlar arasında, belki benim kadar malı olan vardır, belki de yoktur. Ne olursa olsun çok dolaştım ve çok zorluklar çektim, zira filomla eve gelene dek neredeyse sekiz sene geçti. Kıbrıs’a, Fenike’ye ve Mısır’a gittim, Habeşistan’a, Sidon’a ve Arap iline, doğar doğmaz boynuzları olan kuzuların olduğu ve koyunların yılda üç kez doğurduğu Libya’ya da. O ülkede herkes, ister efendi olsun ister halktan biri, bol bol peynir, et ve iyi süte sahip, zira koyunlar yavrular yıl boyunca. Ancak ben dolaşıp bu insanlardan büyük hazineler toplarken kardeşim gizlice ve iğrenç bir şekilde öldürülmüş, kötü karısının hainliği yüzünden, onun için bu servetin efendisi olmak mutlu etmez beni.
Kim olursa olsun ananız babanız, bütün bunları anlatmışlardır size ve dayalı döşeli, görkemli konağımın kalıntılarındaki acı kayıplarımı. Keşke şimdi sahip olduklarımın üçte biri olsaydı da evde dursaydım; burada yaşayıp Truva’nın ovasında kaybolup gidenler de öyle. Sık sık kederlenirim, evimde oturduğumda, her biri için. Bazen üzüntüden ağlarım hıçkırıklarla, sonra susarım, zira ağlamak zayıf bir avuntudur ve insan yorulur bundan bir süre sonra. Bunlara çok üzülsem de bir adama hepsinden çok üzülürüm. Onu düşündüğümde ne yemek yiyebilirim ne de uyuyabilirim, beni öylesine çok üzer, zira Akhalar içinde hiçbiri onun kadar çok çaba harcamadı, onun gibi tehlikeler atlatmadı. Bundan bir şey elde etmedi ve bana acı bir miras bıraktı, zira uzun süre oldu o gideli ve onun sağ mı ölü mü olduğunu bilmiyoruz. Yaşlı babası, uzun süredir acı çeken karısı Penelope ve kucakta bir bebek olarak bıraktığı oğlu Telemakhos onun yüzünden sonsuz acılar çekiyor.”
Böyle konuştu Menelaos ve Telemakhos’un yüreği yandı babasını düşününce. Bunları duyunca gözlerinden yaşlar döküldü, iki eliyle yeleğini yüzüne kapadı. Menelaos bunu görünce, ona konuşması için zaman mı tanısın, yoksa hemen sorup ne olduğunu mu anlasın bilemedi.
Böyle ikilemdeyken Helen çıkageldi yüksek kubbeli ve hoş kokulu odasından, Artemis kadar güzel görünüyordu. Adraste ona bir koltuk getirdi, Alkippe yumuşak bir halı, Phylo da gümüş dikiş kutusunu, Polybos’un karısı Alkandre vermişti ona bunu. Polybos, Mısır’ın Tebai şehrinde yaşıyordu, dünyanın en zengin şehrinde. Menelaos’a saf gümüşten iki hamam teknesi, iki üçayak ve on ölçü altın bağışlamıştı. Bütün bunların yanında, karısı Helen’e çok güzel hediyeler vermişti; altın bir öreke ve üst kenarından altından bir şerit geçen tekerlekli gümüş bir dikiş kutusu. Phylo bunu yanında getirdi; güzel, eğrilmiş iplikle doluydu içi ve menekşe renkli bir yün ipin sarılı olduğu öreke de üzerinde duruyordu. Sonra Helen yerine geçti, ayağını iskemleye koydu ve kocasına sorular sormaya başladı.
“Biliyor musun Menelaos bizi ziyarete gelen bu yabancıların isimlerini?” dedi. “Tahmin edeyim, doğru mu yanlış mı? Ama düşündüğümü söylemeden duramam. Şimdiye kadar ne bir erkek ne de bir kadında böyle bir benzeyiş gördüm, ona bakınca ne düşüneceğimi bilemiyorum gerçekten, bu genç adam Telemakhos’a benzer, Odysseus’un arkasında bir bebek olarak bırakıp gittiği; siz Akhalar yüreğinizde savaşla Truva’ya gittiğinizde benim gibi utanmaz biri uğruna.”
“Sevgili karıcığım!” diye cevapladı Menelaos. “Ben de senin gibi benzettim. Elleri ve ayakları aynı Odysseus’unki gibi, saçları da kafasının şekli ve gözlerindeki ifade de. Bir de ben Odysseus hakkında konuşurken ve benim yüzümden ne kadar acı çektiğini anlatırken gözlerinden yaşlar düştü ve yüzünü yeleğiyle sakladı.”
Sonra Peisistratos şöyle söyledi: “Menelaos, Atreusoğlu, bu genç adamın Telemakhos olduğunu düşünmekte haklısın; ama kendisi çok mütevazı ve buraya gelip de senin gibi konuşması tanrısal bir büyüleyicilikte olan birine hitap etmekten utanıyor. Babam Nestor ona eşlik etmem için beni buraya yolladı, zira ona bir akıl veya öğüt verebilir misin diye bilmek istedi. Babası destek bırakmadan giden bir oğul hep sıkıntı çeker evde, işte Telemakhos’un durumu böyle, zira babası yok ve kendi halkı arasında onu destekleyen hiç kimse yok.”
“Aman Tanrı’m!” diye karşılık verdi Menelaos. “O zaman çok sevgili dostumun oğlu ziyaret ediyor beni, benim uğruma çok acılar çekti o dost. Uzak denizlerden sağ salim dönmeyi nasip edince Tanrı, onu en şatafatlı şekilde ağırlamayı istedim hep. Argos’ta onun için bir şehir kuracaktım ve bir ev yapacaktım. Onu İthaka’dan malları, oğlu ve bütün halkıyla getirecektim ve bana tabi olan komşu şehirlerden birini boşaltacaktım onun için. Böylece birbirimizi görürdük sürekli, böyle yakın ve mutlu bir beraberliği ölümden başka bir şey bozamayacaktı. Ancak zannediyorum Tanrı bizden böyle güzel bir talihi esirgedi, zira zavallı adamı evine gitmekten alıkoydu hepten.”
İşte böyle konuştu ve sözlerinden hepsi ağlamaklı oldu. Helen ağladı, Telemakhos ağladı ve Menelaos da ağladı, Peisistratos’un da gözleri yaşla doldu, sevgili kardeşi Antilokhos’u hatırladı, parlak Şafak’ın oğlu öldürmüştü onu. Bunun üzerine Menelaos’a şöyle söyledi: “Efendim, babam Nestor, evde senin hakkında konuştuğumuzda bana senin az bulunan ve mükemmel bir anlayışa sahip biri olduğunu söylerdi. Eğer mümkünse senden istediğimi yap. Akşam yemeğimi yerken ağlamaktan yana değilim. Sabah zamanı gelince ve öğleden evvel ise ölüp gidenlere ne kadar ağladığıma bakmam. Bu zavallıcıklara yapabileceğimiz tek şey bu. Onlar için saçlarımızı keseriz sadece ve yanaklarımızdan yaşları akıtırız. Benim de Truva’da ölen bir kardeşim var, oradaki adamların en kötüsü değildi o, eminim ki bilirsin, adı Antilokhos’tu, ben hiç gözümle görmedim onu ama derler ki bilhassa ayakları çevik ve savaşta da yiğitmiş.”
“Senin СКАЧАТЬ