Название: Savaş ve Barış I. Cilt
Автор: Лев Толстой
Издательство: Elips Kitap
isbn: 978-625-6865-50-1
isbn:
Kontes korkmuştu ilkin, nitekim ürkek bir sesle sordu: “Ne var?”
Ama kızının yüzüne biraz dikkatle bakınca anladı onun yine bir afacanlık yapacağını, göstermelik bir sertliğe büründü ve küçük kızı sözüm ona korkutmak için elini sallarken başıyla da “Sakın haa!” anlamında bir uyarıda bulundu.
Bir sessizlik çöktü salona.
Nataşa’nın incecik çocuk sesi, bu sefer daha da kararlı bir ifadeyle yükseldi yeniden:
“Yemekten sonra ne tatlısı yiyeceğiz, anne?”
Kontes kaşlarını çatmak istedi ama başaramadı. Mariya Dmitriyevna ise kocaman parmağını sallayarak hizaya getirmek istedi küçük kızı ve sert olmaya çalışan bir sesle çıkıştı:
“Bana bak kazak!”
Konukların çoğu, küçük kızın bu beklenmedik çıkışını neye yormak gerektiğini kestiremedikleri için büyüklerin yüzüne çevirmişlerdi soran bakışlarını. Onlardan medet ummaktaydılar.
Kontes öfkeyle sordu:
“Başına gelecekleri biliyorsun, değil mi?”
Ama artık vartayı atlattığını kavramıştı Nataşa, kendinden emin ve neşeli bir sesle bağırdı yeniden:
“Sahi; yemekten sonra ne tatlısı var, anne?”
Sonya ile şişman Patya gülmemek için zor tutuyorlardı kendilerini. Nataşa kardeşine fısıldadı:
“Sordum işte! Kazandım iddiayı!”
Tanık göstermek istercesine Piyer’e de bakmıştı.
Mariya Dmitriyevna verdi cevabı, küçük afacan kıza:
“Dondurma var ama sen cezalısın!”
Salonda hava tamamıyla yumuşamıştı artık. Nataşa için çekinilecek hiç kimse kalmamıştı sofrada. Mariya Dmitriyevna bile… Nitekim şimdi doğrudan doğruya ona yöneltecekti soruyu:
“Ne dondurması var, Mariya Dmitriyevna? Eğer vanilyalıysa hiç sevmem!”
“Havuç dondurması var, sevmez misin?”
Neredeyse haykıracaktı Nataşa:
“Şaka yapmayın, ne olur, Mariya Dmitriyevna! Doğrusunu söyleyin lütfen, ne dondurması var? Öğrenmek istemek günah mı sanki?”
Mariya Dmitriyevna ile Kontes dayanamayıp gülmeye başlamışlardı. Onlarla birlikte öbür konuklar da rahatça gülmeye koyulmuştu. Herkes yaşlı otoriter kadının nükteli cevabına değil, onunla böyle konuşma cüretini gösteren küçük haşarı kızın akılalmaz rahatlığına gülüyordu en çok.
Yemekten sonra ananaslı dondurma olduğunu öğreninceye kadar soru sormakta diretti Nataşa. Konuklara, dondurmadan önce şampanya sunuldu. Orkestra yeniden çalmaya başlamıştı şimdi ve Kont, eşiyle öpüşmüştü. Bunu, bütün konukların ayağa kalkarak önce Kontes’i kutlamaları; sonra da masanın öbür ucundaki Kont’la ve birbirleriyle kadeh tokuşturmaları izledi. Uşaklar yine gürültü çıkarmaksızın oradan oraya seğirtmekte, sandalyeler gıcırdamaktaydı. Ve konuklar yemek salonuna geldikleri zaman, düzen içinde ve yüzleri biraz daha kızarmış olarak çıkıp oturma salonuna ve Kont’un çalışma odasına geçtiler.
XVII
Boston masaları kurulmuş, oyun oynayacaklar gruplara ayrılmış bulunuyordu. Böylece Kont’un konukları, oturma salonu ile çalışma odası arasında paylaştırılmış oldu.
Elindeki iskambil kâğıtlarını bir yelpaze gibi açmış olan Kont, yemekten sonra küçük bir şekerleme yapma alışkanlığına karşı koyabilmek için her şeye cömertçe gülüyordu. Kontes’in çağrısına uyan gençler, salonun klavsen ve arp bulunan köşesine toplanmışlardı. İlk olarak genel istek üzerine Jülia arpın başına geçip bir çeşitleme çaldı. Sonra, müzik alanındaki yetenekleri öteden beri herkesçe bilinen Nataşa ile Nikolay’dan bir şarkı isteyen öbür genç kızlara katıldı o da…
Büyük kız muamelesi gören Nataşa, bundan hem gurur duymuş hem de korkuya kapılmıştı. Nitekim, işte bu korku içinde sordu:
“Ne söyleyeceğiz peki?”
Nikolay verdi cevabı:
“Pınar’ı söyleyelim…”
Nataşa, “Ne duruyoruz öyleyse hadi, çabuk!” dedi. “Buraya, yanıma gelin Boris. Peki ama Sonya nerede kuzum?”
Çevresine dikkatle baktı ama arkadaşını göremedi ve aramaya koştu hemen.
Odasında değildi Sonya. Nataşa çocuk odasına gitti soluk soluğa. Ama orada da kimseyi göremeyince Sonya’nın olsa olsa koridordaki sandığın üstünde olabileceğini düşündü ve oraya koştu. Rostof ailesinin genç kızlarının kederli oldukları zamanlarda gittikleri yerdi koridordaki sandık.
Gerçekten de oradaydı Sonya. Sırtındaki zarif pembe giysinin buruşmasını umursamaksızın dadısının sandığın üzerinde serili duran çizgili, kirli, kuş tüyü yatağının üstüne yüzükoyun uzanmış; incecik parmaklarıyla yüzünü örtmüş, çıplak narin omuzları sarsıla sarsıla ağlamaktaydı.
Nataşa’nın, o ana kadar doğum günü kutlanan bütün çocukların yüzleri gibi sevinç taşan yüzü değişti birden. Bakışları sabitleşti, geniş boynu ürperdi, dudaklarının uçları aşağı sarktı.
Telaşla eğilip sordu:
“Ne var, Sonya? Söylesene, ne oluyor sana böyle? Hey Sonya! Sonya diyorum! Heyy!..”
Cevap alamayınca kocaman ağzını sonuna kadar açmış ve birdenbire son derece çirkinleşmişti. Sonra da yine birdenbire ve nedenini bilmeden sadece Sonya ağlıyor diye, küçücük bir çocuk gibi hıçkırarak ağlamaya başladı. Sonya başını kaldırmak istedi o sırada, Nataşa’ya cevap vermek istedi ama başaramadı bunu; başaramayınca da yüzünü biraz daha yatağa gömüp sakladı.
Nataşa, kuş tüyü yatağın üzerine oturup arkadaşına sımsıkı sarılmıştı şimdi; hâlâ ağlamaktaydı. İlkin Sonya toparlandı. Doğrulup gözlerini kuruladıktan sonra olanları anlatmaya başladı:
“Nikolay sekiz gün sonra gidiyor. Hareket emrinin geldiğini kendisi söyledi bana… Ama inan… İnan ki yine de ağlamazdım ben…”
Burada bir an sustu ve avucunda sakladığı bir kâğıdı gösterdi. Nikolay’ın yazmış olduğu dizelerdi bunlar. Sarsılarak devam etti Sonya:
“Ağlamazdım, evet… Ama bilemezsin… Hiç kimse bilemez bu dünyada… Onun ne kadar… Ne kadar iyi bir insan olduğunu… Hiç kimse anlayamaz… Ne kadar pırıl pırıl bir yürek taşıdığını…”
Ve СКАЧАТЬ