“Yemek saatinde sofrada olmama imkân yoktu, çünkü o dakikalarda ben buradaydım.”
Nancy, boğazında düğümlenen hıçkırığı gizlemeye çalışarak: “Teyzen bunu bilmiyordu elbette.” dedi. “Ama, ben senin sadece sütle ekmek yemenin kararlaştırılmasına pek üzüldüm.”
“Oysa ben buna hiç üzülmedim. Tam tersine, sevindim.”
“Sevindin mi? Peki ama, neden?”
“Çünkü bir kere sütle ekmek yemeyi pek severim. Sonra, yemeğimi seninle birlikte yiyeceğim diye de ayrıca seviniyorum. Kuzum, bunların sevinmeyecek bir yanı var mı?”
Nancy, küçük kızın tavan arasındaki o sevimsiz odayı beğenmek için nasıl kendini zorladığını hatırlayınca gözleri yaşardı.
“Her şeyde sevinmeye yarayacak bir özellik bulmakta güçlük çekmiyorsun, Küçük Hanım.”
Pollyanna hafifçe güldü:
“Zaten oyunun aslı da bu ya.”
“Oyun mu dedin? Ne oyunu, kuzum?”
“Sevinmek oyunu.”
“Kuzum, neler söylüyorsun sen böyle?”
“Sevinmek oyununu bilmez misin? Bu oyunu bana babam öğretmişti. O zamandan beri, yani çok küçük yaştan beri, hep bu oyunu oynuyorum. Yardımseverler Derneği’ndekilere de oyunu anlatmıştım. İçlerinden kimisi de benim gibi bu oyuna alışmıştı.”
“Peki, nasıl bir oyun bu, bana da anlatsana. Benim zaten oyunlar hakkında pek bilgim yoktur.”
Pollyanna gene güldü. Bu, bir gülüşten çok, bir iç çekmeye benziyordu. Küçük kızın minik yüzü, alaca karanlık olduğundan daha ince, daha düşünceli görünüyordu. Sevinme oyununun hikâyesini anlatmaya başladı: “Bu oyuna din adamlarına gönderilen sandıkla gelen bir çift koltuk değneğiyle başlamıştık.”
“Koltuk değneği mi?”
“Evet. Ben sandıktan bir bebeğin çıkmasını istemiştim. Babam da din adamlarına yardım eden derneğe durumu yazmıştı. Gene de sandıktan oyuncak bebek yerine koltuk değneği çıktı. Bunları gönderen hanım, oyuncak bebek bulunmadığını, belki küçük bir çocuk için faydalı olur diye düşündüğü için bu koltuk değneklerini sandığa koyduğunu yazmıştı. İşte biz de sevinme oyununa o değneklerin geldiği gün başladık.”
“Kusura bakma ama ben bunda oyuna benzer bir şey göremiyorum.”
“A, niçin? Sevinme oyununun özelliği karşımıza çıkan her şeyin sevinilecek bir yanını bulmaktan ibaret.”
“İyi söylüyorsun ama, Küçük Hanım, bir oyuncak bebek beklerken onun yerine bir çift koltuk değneğiyle karşılaşmanın sevinilecek nesi var, bunu anlayamadım. Bu bana, tersine, pek üzüntü verecek bir durum gibi göründü.”
Pollyanna ellerini çırparak: “İşte şimdi oyunun en can alıcı noktasına geldin!” diye sevinçle haykırdı. “Ama, bana da ilk kez anlattıkları zaman senin gibi düşünmüştüm. Oyunun can alıcı noktasını babamdan öğrendim.”
“Öyleyse sen de bana öğretiver şunu, n’olur!”
“Bak, mesele şu: Koltuk değneklerine gerçekten ihtiyacın olmadığını düşünerek sevineceksin. Görüyorsun ya, oynamasını bilirsen çok zevkli bir oyun bu. Üstelik çok da kolay.”
“Şimdiye kadar birçok inanılmaz şey duymuştum ama, bu hepsini geçti.”
“Yanılıyorsun, Nancy. Bu oyunun hiç de inanılmaz bir yanı yok. Çok da güzel bir oyun. Biz hep oynardık. Hem, oyun ne kadar zor olursa zevki de o derece artıyor. Ama, bazen de bu oyunu oynamak gerçekten güçleşiyor. Mesela babanın cennete gittiği, dünyada seninle ilgilenecek Yardımseverler Derneği’nden başka kimsen kalmadığı zamanlar bu oyunu oynayabilmek çok zor oluyor.”
Nancy kıza hak verdi.
“Evet. Bir de evin ta tepesinde, içinde eşya diye bir şey bulunmayan oda bozuntusu ufacık bir aralığa atılıverirsen, sevinme oyununu oynamak büsbütün zorlaşır.”
Pollyanna içini çekerek mırıldandı:
“Gerçekten öyle. Özellikle kendimi pek yalnız hissettiğim, çevremde güzel şeyler görmeyi istediğim bir sırada böyle bir odada tek başına kalmak beni adamakıllı üzmüştü ama sonradan, aynada çillerimi görmekten nasıl nefret ettiğimi hatırlayınca, hele penceremin önündeki o güzelim manzarayı da görünce durum değişti. Bu küçücük odada bile beni sevindirecek şeylerin bulunduğuna inanıverdim. İşte görüyorsun ya, insan kendini sevindirecek şeyler buldukça o kötü düşünceler de kendiliklerinden yok oluveriyorlar, tıpkı sandıktan beklediğimiz bebek hikâyesi gibi.”
Nancy, boğazını tıkayan yumruyu yutkunarak gidermeye çalışırken küçük kız, her şeyden habersiz, anlatıyordu:
“Genellikle, hepsi bu kadar uzun sürmez. Çoğu zamanlar, ben farkına varmadan, zihnim onunla ilgilenir. Bu oyunu oynamaya öylesine alışmışımdır ki oyunu oynamadığım dakika var mı, bilemiyorum.
İnanın bana, gerçekten çok güzel bir oyun bu. Babam da benim gibi bu oyunu çok severdi. Yalnız, sanırım ki, bundan sonra oyunu oynayabilmek epey güç olacak. Çünkü bu oyunu birlikte oynayacak kimsem kalmadı.”
Pollyanna sözlerini bitirirken sesi titremeye başlamıştı. Bu hâli de çabuk geçti. Kendine güveni olan bir insan havasına bürünüverdi.
“Belki de Polly teyze benimle bu oyunu oynamak ister.”
Nancy küçük kıza bir şey söylemedi ama, içinden: “Aman yarabbi! Bayan Polly oyun oynayacak ha!” diyordu. Sonra, çocuğa döndü:
“Bak Küçük Hanım. Benim bu oyunu iyi oynayabileceğimi aklına hiç getirme sakın. Yalnız, oyunu bilmesem de seninle seve seve oynayabilirim. Buna söz veriyorum.”
Bu sözler üzerine Pollyanna genç hizmetçinin koluna iyice asıldı, ona biraz daha sokuldu.
“Ah, Nancy, bu çok güzel bir şey olacak! Ne kadar da eğleneceğiz, değil mi?”
Mutfağa girerlerken, Nancy içindeki kuşkuyu daha fazla saklamayı gereksiz buldu.
“Valla, bilmem ki, belki böyle olur. Yalnız, dedim ya, benden pek bir şey bekleme, Küçük Hanım. Elimden geldiği kadar çaba harcayıp bu oyunu öğrenmeye çalışacağım.”
Pollyanna mutfakta önüne konan sütle ekmeği iştahla yedi. Sonra, Nancy’nin isteğine uyarak, Polly teyzesinin oturduğu büyük odaya gitti.
Bayan Polly yeğeninin içeri girdiğini fark edince soğuk bir tavırla başını elindeki kitaptan kaldırıp:
“Yemeğini yedin mi, Pollyanna?”
“Evet, yedim, СКАЧАТЬ