Pollyanna’nın küçücük ayakları merakla heyecanla teyzesinin peşinden gidiyordu. Merak dolu mavi gözleri, daha büyük bir heyecanla bir bakışta her yanı birden görmek istiyor, bu masal evinde ne kadar güzel şey varsa hepsini birden görmek için bakınıyordu. Birazdan çözülecek olan bilmeceyi şimdiden çözmeye çabalıyordu. Bilmece de şuydu: Acaba şu, insanın içini heyecanla dolduran kapılardan hangisinin arkasında kendi odasını, perdelerle, resimlerle, halılarla dolu o güzelim odayı bulacaklardı?
Derken, teyzesi bir kapı daha açtı, bir merdiven daha çıktılar.
Burada görülecek pek bir şey yoktu. Bir yanda bomboş bir duvar uzanıyordu. Merdivenin üst başındaki gölgeli karanlık yer ta ilerilere kadar uzanıyor, karanlık köşelerde tavanla yer birleşiveriyordu. O karanlık köşelerde sayısız sandıklar, kutular vardı. İçerisi pek sıcaktı. Buranın havası insanı bunaltıyordu. Pollyanna farkında olmadan başını yukarı kaldırdı. Bu odada soluk almak bile çok güçtü.
Küçük kız daha sonra teyzesinin sağdaki bir kapıyı açtığını gördü.
“İşte, Pollyanna, burası senin odan. Sandığın da burada. Anahtarın yanında mı?”
Pollyanna dalgın dalgın başını salladı. Mavi gözleri iri iri açılmış, çevresine ürkek ürkek bakınıyordu.
Teyzesi kaşlarını çattı.
“Pollyanna, ben sana bir şey sorunca sadece başını sallamanı değil, konuşarak karşılık vermeni isterim, anlaşıldı mı?”
“Peki, Polly teyze.”
Bayan Polly üzeri havlularla dolu askı ile su ibriğine bakarak: “Burada sana gerekli olan her şey var sanırım.” dedi. “Unutma, akşam yemeği saat altıda hazır olur.”
Yaşlı kadın sözlerini bitirince, odadan çıkıp aşağıya indi.
Teyzesi odadan çıkınca, Pollyanna, bir an olduğu yerde durup onun arkasından bakakaldı. Sonra bomboş duvara, bomboş pencerelere göz gezdirdi. En sonunda da daha kısa bir süre önce, kendi evceğizinde karşısında duran sandığına baktı. Ona doğru yürümek istedi. Önünü göremeden, el yordamıyla yürüyen körler gibi kendini sandığının yanına attı. Dizlerinin üstüne yere çöktü, yüzünü elleriyle örttü.
Birkaç dakika sonra Nancy yukarı çıktığı zaman onu bu durumda buldu. Hemen yere diz çökerek çocuğa sarıldı.
“Vah, yavrum, vah! Seni bu hâlde bulmaktan öyle korkuyordum ki bilemezsin.”
Pollyanna:
“Ben çok kötü yürekli bir insanım!” diye hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. “Tanrı’nın, meleklerin babama benden daha çok ihtiyaçları olduğuna kendimi bir türlü inandıramıyorum!”
“Hayır, onların ihtiyacı seninki kadar değildi elbette.”
“Ah, Nancy!”
Küçük kızın gözlerinde beliren korku gözyaşlarını birdenbire kurutuvermişti.
Nancy, şaşırmış bir hâlde, titrek bir sesle: “Ah, Küçük Hanım, ben gerçekte böyle bir şey söylemek istemedim.” dedi. “Nasılsa ağzımdan kaçtı. Hadi gel, anahtarı bulalım da sandığından elbiselerini çıkaralım.”
Pollyanna anahtarı Nancy’e uzatırken gene ağlamaya başladı.
“Sandıktan çıkarılacak pek bir şey de yok ya.”
“Daha iyi ya. O zaman eşyanı daha çabuk yerleştirebiliriz.”
Nancy’nin bu sözleri üzerine küçük kızın yüzünde tatlı bir gülümseme belirdi:
“Gerçekten öyle!” diye neşeli bir şekilde konuşmaya çalıştı. “İşte buna sevinebilirim, değil mi?”
Nancy titrek bir sesle: “Şey, elbette…” dedi. Şaşkın şaşkın küçük kıza bakıyordu. Ne söylediğinin farkına bile varmadan: “Şey, elbette…” diye mırıldandı. Sonra da becerikli elleriyle kitapları, yamalı iç çamaşırlarını, bir iki biçimsiz elbiseciği sandıktan çıkardı.
Pollyanna biraz kendine gelmiş, cesaretlenmişti. Sevinç içinde oradan oraya koşuyor, elbiselerini dolaba asıyor, çamaşırlarını göze taşıyor, kitaplarını masanın üzerine yerleştiriyordu. Biraz sonra da neşeli bir sesle: “Burası çok güzel bir oda olacak değil mi?” diye sordu.
Nancy’nin ağzından hırıltıyı andıran garip bir ses çıktı. Kızın sorduğuna karşılık vermek gücünü kendinde bulamamıştı. Başını sandığın içine daldırmış, bir şeyler yapıyordu. Pollyanna da yazı masasının önünde durmuş, dalgın dalgın, bomboş, çıplak duvara bakıyordu. Biraz sonra gene o konuştu.
“Burada aynanın bulunmamasına da sevinebilirim değil mi? Çünkü ayna olmayınca çillerimi de göremem.”
Nancy’nin dudaklarından garip bir ses çıktı. Pollyanna sesi duyup ondan yana bakıncaya kadar Nancy kendini toparlamış, başını gene sandığa daldırmıştı.
Pollyanna birkaç dakika sonra pencerelerden birinin önünde durup neşeli bir çığlık atarak ellerini çırptı.
“Ah Nancy, bak! Bunu daha önce görmemiştim. Şu ağaçlara, evlere, şu güzelim kilise kubbesine, gümüş gibi parlayan ırmağa bak! Bu güzellik varken insanın canı resim görmek istemez ki. Şimdi teyzem bana bu odayı verdi diye öyle sevindim ki bilemezsin!”
Bu sözler üzerine Nancy’nin gözlerinden yaşlar boşalınca Pollyanna neye uğradığını anlayamadı. Hemen onun yanına koştu.
“Nancy, Nancy’ciğim, ne oldu? Yoksa burası senin odan mıydı?” diye korkarak sordu.
Nancy hıçkırıklarını önlemek için yutkundu, sonra öfkeyle söylendi:
“Benim odam mı dedin? Ya sen gerçekten gökten inmiş bir meleksin ya da öyle insanlar var ki… Hay Allah, tövbeler olsun! Şimdi de zil çaldı.”
Nancy bu anlaşılmaz garip konuşmasından sonra ayağa kalktı, odadan fırladı, gürültüyle merdivenden aşağı indi.
Pollyanna odasında yalnız kalınca hemen pencereden görünen manzaraya, gerçek “tablo”ya koştu. Bir süre dışarısını seyretti, sonra eliyle camın çerçevesine şöyle bir dokundu. Odanın bunaltıcı sıcağına artık dayanamayacaktı.
Derken, bir de baktı ki parmaklarının altında pencere açılıvermiş. Hemen yarı beline kadar dışarı sarktı, dışarıdaki tertemiz, şeker gibi havayı içine çekmeye СКАЧАТЬ