Pencerenin kasasına bastı, oradan ağacın pencereye en yakın dallarından birine geçti, bir maymun çevikliğiyle daldan dala zıplaya zıplaya aşağıya inmeye başladı. Ağacın en son dalı Pollyanna gibi ağaçlara tırmanmaya alışkın olan bir çocuğu bile korkutacak kadar yüksekteydi. Pollyanna buna pek aldırmadı. Kuvvetli küçük kollarıyla ağaca sımsıkı sarılıp sallandı, sallandı. Sonra da kendini yumuşak otların üzerine bırakıverdi.
Yerden kalkıp çevresine şöyle bir bakınınca evin arka tarafında bulunduğunu anladı. Önünde kocaman bir bahçe, bahçenin arkasında yüksek bir tepenin doruğu kocaman bir kaya, ona bekçilik eden bir çam ağacı, o çam ağacına giden dimdik daracık bir yol vardı. Bahçenin bir köşesinde yaşlı bir adam çalışıyordu.
O dakikada Pollyanna için o dik tepeye tırmanmaktan daha güzel, daha zevkli bir şey olamazdı. Yalnız, onu kimse görmemeli, nereye gittiğini anlamamalıydı. Dikkatli adımlarla, yaşlı bahçıvanın görmesine meydan vermeden, hızlı hızlı yürüdü, dönemeci geçti.
Artık kimse onu geri döndüremezdi. Büyük bir istekle yeşil başaklarla kaplı tarlaların arasından koşup tepeye giden dik yolu tırmanmaya başladı. Hem yürüyor hem de yolun pencereden göründüğü kadar kısa olmadığını, tepeye varmak için daha bir hayli yol yürüyeceğini düşünerek için için seviniyordu.
On beş dakika kadar sonra Harrington Köşkü’nün taşlığındaki büyük duvar saati altıyı vurdu. Arkasından, Nancy’nin yemek saatini bildiren gongu duyuldu. Duvardaki saat altıncı defa çalarken Nancy’nin gongu da çalmaya başlamıştı. Kız her zaman, bir kronometre şaşmazlığıyla, tam saatin altıncı vuruşunda gongu vurmayı âdet edinmişti.
Aradan bir, iki, üç dakika geçti. Bayan Polly sofrada sabırsızlanmaya, öfkeyle terliklerini yere vurmaya başlamıştı. Kadıncağız biraz daha bekledi. Sonra hızla sandalyesinden kalkıp taşlığa çıktı. Sabırsızlandığını gizlemeyi aklına bile getirmeden, bir iki dakika kadar gözlerini merdivenlere dikip yukarısını dinledi. Yeniden yemek odasına döndüğünde kesin kararını vermişti.
Yerine otururken, sert bir sesle: “Nancy!” diye söze başladı. “Yeğenim sofraya geç kaldı. Hayır, hayır, onu çağırman gereksiz. Kendisine yemek saatini bildirmiştim. Bu davranışının cezasını çekmesi gerekiyor. Sofraya zamanında gelmeyi öğrensin. Aşağıya inince ona sütle ekmek ver, mutfakta yesin.”
“Peki, efendim.”
Bereket ki Bayan Polly bunları söylerken hizmetçisinin yüzüne bakmadı. Doğrusu, bu pek isabetli bir şey oldu, çünkü Nancy’nin hanımına ne kadar içerlediği yüzünden okunuyordu.
Nancy yemekten sonra hemen ilk fırsatta merdivenden yukarı koştu, doğruca tavan arasına çıktı. Küçük odanın kapısını açarken kendi kendine “Demek zavallı çocuk sütle ekmek yiyecekmiş, ha?” diye söylendi. “Zavallı yavrucak ağlaya ağlaya uyuyakalmadıysa.”
Nancy içeri girip de odada kimseyi bulamayınca üzüntüsünün yerini korku aldı.
“Neredesin, Pollyanna? Nereye gittin?” diye heyecanla bağıra bağıra, ufacık odanın içinde dört dönmeye başladı.
Dolabın içine, karyolanın altına baktı; su dolu sürahi ile sandığın içine varıncaya kadar aramadığı yer bırakmadı. Pollyanna’yı odada bulmaktan umudunu kesince de gelişindekinden daha büyük bir hızla aşağıya indi. Doğruca bahçeye, Tom’un yanına gitti.
“Bay Tom, Bay Tom! O zavallı çocuk kayboldu! Mutlaka geldiği yere (yani gökyüzündeki cennete) uçmuştur. O meleklerin sofrasında onların yemeklerinden yerken, kendisine sadece sütle ekmek verilmesi emredilmişti.”
Yaşlı adam ellerini gözlerine siper etti, batmakta olan güneşe baktı. Bir yandan da: “Gitmiş mi? Cennete mi?” diye sorup duruyordu. Sonra, gözleri uzaktaki bir noktaya takıldı, bir an kıpırdamadan o yana baktı. Dudaklarında gizli anlamlı bir gülümseyişle: “Sahi, Nancy!” dedi. “Küçük kız gerçekten bu gece gökyüzüne çıkmak istemişe benziyor. Şuraya bak.”
Tom’un parmağı uzakta, kıpkırmızı gökyüzünün önünde çizgileri daha da keskin görünen sarp, büyük bir kayanın en sivri noktasında, rüzgârdan neredeyse uçacakmış gibi duran incecik bir gölgeyi gösteriyordu.
Nancy: “Bana onu gösterdiğinize göre küçük kız bu gece gökyüzüne gitmeyecek demektir.” dedi. “Kuzum Bay Tom, hanım beni çağırırsa lütfen bulaşıkları unutmadığımı, şöyle biraz hava alıp döneceğimi söyleyiverin.”
Nancy sözlerini bitirir bitirmez o dik yolu tırmanmaya başladı. Son bir defa da başını arkaya çevirip omuzlarının üstünden eve doğru baktı.
SEVİNME OYUNU
Nancy büyük kayanın en sivri noktasından aşağıya inen çocuğa yaklaşırken, soluk soluğa: “İnan olsun ki, Pollyanna, beni çok korkuttun!” diye söylendi.
“Seni korkuttum mu? Ya, vah vah!.. Ama, sen hiçbir zaman benim uğruma kendini bu kadar sıkıntıya sokmamalısın, Nancy. Önceleri babam da Yardımseverler Derneği’ndekiler de tıpkı senin gibi beni merak ederlerdi. Sonra, benim hiçbir yerimi incitmeden geri döndüğümü göre göre duruma alıştılar.”
Nancy, küçük kızın elini koltuğunun altına sokup yokuştan aşağı hızla indirmeye başladı. Heyecanı daha geçmemişti.
“İyi ama, ben senin dışarı çıktığını görmedim. Başkaları da görmemiş. Kuzum, sen pencereden uçarak mı dışarı çıktın?”
Pollyanna, tatlı bir gülüşle: “Aşağı yukarı öyle oldu.” dedi. “Yalnız bir farkla: Yukarı değil de aşağıya uçtum. Ağaçtan yere indim.”
Nancy birden heyecanla doğruldu:
“Ne, ne yaptın?”
“Ne yapacağım! Odamın penceresinin önündeki ağaca atlayıp ağaçtan yere indim.”
Nancy yeniden hızlı hızlı yürümeye başlamıştı.
Bir yandan da: “Aman yarabbi!” diye söyleniyordu. “Teyzen bunları öğrenince, kim bilir ne diyecek! Doğrusu, bunu bilmek isterdim.”
“Gerçekten bilmek ister miydin? Öyleyse ben sana sonra hepsini anlatırım.”
Pollyanna böyle konuşunca iyi yürekli Nancy büsbütün telaşlandı:
“Ha-yır, ha-yır!” diye kekeleyerek konuştu. “Teyzenin neler dediğini benim öğrenmemin hiç önemi yok. Hayır, lütfen bunu bana anlatma, yalvarırım anlatma, Küçük Hanım!”
Nancy, böylece küçük kızı hiç değilse azarlanmaktan kurtarmak istiyordu.
“Biliyor musun, ayağımızı çabuk tutmamız gerekiyor. Ben eve gidince daha bir yığın bulaşık yıkayacağım.”
Pollyanna hiç düşünmeden: “Ben de sana yardım edebilirim.” dedi.
“Ah, СКАЧАТЬ