Azatlık Türküsü. Sabir Şahtahtı
Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Azatlık Türküsü - Sabir Şahtahtı страница 7

Название: Azatlık Türküsü

Автор: Sabir Şahtahtı

Издательство: Elips Kitap

Жанр:

Серия:

isbn: 978-625-6853-50-8

isbn:

СКАЧАТЬ yanına geldiğimizde, telefon ederek kendisini almaya gelecek arabanın, saat 23.00’de Kukla Tiyatrosu’nun karşısında beklemesini istedi.

      Beraberliğimizin sonunda ise sevdiğimiz konular, ilgi duyduğumuz alanlar hakkında konuştuk. Ben inşaat mühendisliğini değil, siyaset bilimini sevdiğimi söyledim ama bundan utandım. Çünkü Şule’nin siyasi ve tarihî bilimler konusundaki bilgisi benden çok daha yüksekti. Siyasi düşüncelerinin zenginliğine hayran kalmıştım. Bir kez daha emin oldum ki ben siyaseti seviyorum. Ancak benim ne siyasi bilgim vardı ne de siyasetçiye mahsus özelliklerim… Ortak ilgilerimizden birisi olan doğum günleri konusuna değindiğimizde Şule hevesle konuşmaya başladı:

      –Ne zaman doğum günümü kutlasam, sanki anadan yeni doğmuş gibi oluyorum. Doğum günüm, benim için tüm bayramlarımdan daha değerlidir. Babam, annem ve kardeşim bunu bilirler. Onun için doğum günlerinimi gösterişli yapmaktan hoşlanırlar. Hediyenin benim için bir önemi yoktur. Herkesin benim doğum günümde burada olmasını istiyorum. Çevremdeki herkes gülsün, sevinsin, mutlu olsun, bu mutluluklarını benimle paylaşsınlar istiyorum. Sadece kendi doğum günümü değil, başkalarının doğum günlerini kutlamaktan da hoşlanıyorum…

      Şule konuştukça hayran bakışlarım onun üstündeydi. Şule gibi bir kızla olduğum için Allah’a şükrediyordum. Ancak henüz o benim değildi. Biz sadece Karabağ ateşinin etrafında uçan kelebeklerdik. Ben bu düşüncelerdeyken, Şule hala doğum günü ile ilgili fikirlerini benimle paylaşmaya devam ediyordu. Aniden sordu:

      –Sen doğum günlerini..?

      Sözünü bitirmesine izin vermedim. “Doğum günümü kutlamıyorum!” dedim. Biraz sert söylemiştim. Tüm vücudunun boşaldığını hissettim. Sanki oturduğu yerde küçülmüştü. Başını salladı ve gözlerini bir noktaya dikerek baktı. Bu olmamalıydı. Bir an için kendimden nefret ettim. Benim babamın ya da annemin olmamasında onun hatası neydi? Şule’yi bu hâlde bırakamazdım. Bu yüzden biraz-doğru, biraz-yalan bir şey uydurmaya başladım:

      –Ben de doğum günlerimi kutlamaktan çok hoşlanırdım. Babam her yıl doğum günümde bir kurban keserek fakirlere dağıtırdı. Annem gece boyunca dua ederdi. Şaka değil, evliliklerinin yedinci yılında ben doğmuştum. Onları kaybettikten sonra kiminle doğum günü yapacağımı bilmiyorum sadece.

      Bir sonraki doğum günümde benimle beraber olursan, bana dünyayı verirsin. Ailemin ruhu da çok şad olur. Sadece ikimiz oturur ve yüz yüze dertleşiriz…

      Duraksamadan konuşuyordum. Şule’nin gözleri dolmuştu. Son sözlerim onun suratındaki ifadeyi değiştirmişti. Sözlerim onun ruhunu okşamıştı. Onu kırmaya, kalbini incitecek bir söz söylemeye, ona zarar vermeye hakkım yoktu. En azından kayalıklardan akıp gelen su gibi temiz bir kalbi vardı. Bir kıza düşünmeden bir söz söylemek büyük ayıptı.

      Kışın Bakü Deniz Deposu’nun yanındaki kafeteryanın bahçesinde oturmuştuk. Burası Bulvar’ın sonuydu. Bahçede bizden başka kimseler yoktu. Bütün masaları almışlardı. Garsona bahçede oturmak istediğimizi söylediğimizde, garson “Hasta olursunuz!” diye ikaz etse de itiraz etmeyip siparişimizi aldı. Demir ızgaralarla çevrilmiş dış duvarın bir köşesindeki büyük bir çınar ağacının altında oturuyorduk. Gitme zamanı gelmişti fakat gitmek için hiçbirimiz hareket etmiyorduk. İkimiz de birbirinden dargın insanlar gibi yüzümüzü yan çevirip, hala güzelliğini kaybetmeyen çimlere bakıyorduk. Yakındaki direkten gelen lambanın ışığı, çınarın altında toplanmış yapraklara muhteşem bir güzellik veriyordu. Birden, Şule gözlerini bana dikti yavaşça masasında ayağa kalkıp demir ızgaranın dış tarafına atlayarak büyük bir yaprağı eline aldı:

      –Deminden beri buna bakıyorsun! Neden?

      Sanki büyülenmiştim. Ne “evet” diyebildim ne de “hayır”… Aslında “yokluk” diye bir şey kalmamıştı. Her şey evete bağlıydı. Çünkü suskunluğumuzun başından beri, el büyüklüğündeki altın renkli bir yaprağa bakıyordum. Şule’nin ne düşündüğünü bilmiyorum ama ben Payız’ı düşünüyordum. Burada hem benim Payız adlı sonbaharım hem de yılın sonbaharı vardı. Meğerse Şule’de yere serpilen sararmış yapraklara bakıyormuş. Elindeki yaprağı biraz daha havaya kaldırıp şen bir sesle:

      –Sonbaharın güzelliği beni öldürüyor. Sen de seviyor musun?

      Bu soru sanki bütün içimi titretti. Aynanın karşısında olsaydım, herhâlde suratımın ne hal aldığını görmek isterdim. Bir şekilde kendimi toparlayarak:

      –Sonbahar benim yüreğimdedir. Onu oradan kimse çıkaramaz.

      Şule, yerine geri döndü. İkimiz de kendi sonbaharımızı değerlendirmiştik. O benim sonbaharımdan (Payız’dan) habersizdi. Onun hareketlerinin bütün detaylarını inceliyordum. Yaprağı ellerinin içine koyup dirseklerini masaya dayadı. Bu arada, güzel bir ikinci yaprak ağaçtan dans ederek onun avuclarına düştü. Çok sevinmişti ama gönülsüzce “Birisi senindir!” dedi. Biraz ileri doğru eğilerek yaprağın kokusunu içime çekip:

      –Hayır, ben kendi payımı sana hediye ediyorum.

      Sanki dünyayı Şule’ye vermişlerdi. Hızlı bir şekilde yerinden kalkarak:

      –Haydi, o zaman gidelim. Yapraklar da bizim gibi üşürler.

      Şule doğru söylüyordu. İkimiz de soğuktan burnumuzu çekiyorduk. Ben hasretini çektiğim bir yaşama doğru koşuyordum. Güzel, akıllı, her hareketi ile içime sinen bir kız arkadaşım vardı hayatımda…

      Şule’nin hayatıma girmesi beni yeterince umutlandırmıştı. Böyle ahlaklı bir ailenin güzel kızının beni sevdiğini bilmek, benim hayata olan güvenimi artırmıştı. En önemli şey de, bizim düşüncelerimizin, dileklerimizin, ilgilerimizin hemen hemen hepsinin örtüşmesiydi. Artık ben onsuz, o da bensiz kalamaz diye hissediyordum. Tanrı bize bu güzel mutluluğu vermişti. Bize sadece bu mutluluğun kıymetini bilmek kalıyordu!..

      KANLI MEYDAN

      Grip ateşi benim iki gündür yataktan kalkmama izin vermiyordu. Aksi gibi oda arkadaşlarımdan da gelen yoktu. En azından bardak atar ya da biraz masaj yaparlardı. Yatağımdaki iki gün içinde kaynar sudan başka bir şey yiyip içmemiştim. Yemem de içmem de Şule’nin hayaliydi. Onun dünyasında bütün dünyanın en güzel nimetlerini görüyordum.

      Bu kızla ilgili anılarımı hatırladıkça, yine hâlden hâle giriyordum. Birdenbire; “Bu sevginin karşılıklı olmayacağını ya da günün birinde, o da beni Payız gibi bıraksa, aşkımı açıkça reddetse nasıl olurdu?” diye düşündüm. Daha sonra ne düşündüğümü hatırlamıyorum. Bu karamsarlıktan kurtulup kendime geldiğimde tramvayda olduğumu gördüm. Meydana gidiyordum. Ne ayın tarihi ne de saati hiçbir zaman aklımdan çıkmayacaktı. Bu tür hadiseler insanlık tarihinde yüz yılda bir yaşanırdı… Ancak o tarihi yalnızca bir aşk fedaisi daha iyi bilebilirdi.

      4 Aralık 1988’de saat 14.35’te Bakü Ünivermağı11 yanına geldim. Saati kesin olarak hatırlamamın nedeni meydanda Şule’yi görünce saatime bakarak onlara doğru yürümüştüm. Gülümseyerek selamlaştık. Konuşmak için ağzını açarken öksürmeye başladı. Önce, uzun süredir beklediğini düşündüm. Sanki endişemi anlamıştı. СКАЧАТЬ



<p>11</p>

Bakü Ünvermağı: Bakü Alış Veriş Merkezi-Bakü AVM’si.