Yük arabası, toz kaldırarak bu taraftaki Kiyevkaşı denilen sırtı dolaşıp, tek kişilik dar yoldan hızla gidiyordu. Yüzşişme köyü yakındı ona. Güzel köy. Pınar sularını içmek doyumsuz. Kış günlerinde tabiatı kötü görünse de, yazları burası cennet.
Taştimir her zaman durup, su içtiği Keleşküzi pınarı çevresine ulaşınca, hemen frene bastı. Burada arabasına bakacak o. Kenardaki gölge yere gidip bekledi ve arabanın iki kapısını iki tarafa açtı. Böyle daha serin idi.
İçinden şarkı söyleyip, aletlerin konulduğu bezi otların üzerine serdi. Arabasının kaputunu açtı. Motoru toz kaplamış, yaklaşılmayacak kadar tozlu. “Pınara inip, su getirip serpmek gerek, çabucak soğur, diye düşündü o. Hem de susamıştı.
Taştimir ağaçların arasında cıvıldaşan yüz çeşit kuşun sesine kulak vere vere pınar tarafına yöneldi. Lakin ırmak kenarına gitmedi, rahat rahat zıpladı zıpladı, ayağındaki ağır çizmelerini çıkarıp attı. Yumuşak kadife çimene basınca tabanları gıdıklanıp, rahatladı.
– Bunları niçin giyiyorum, – diye söylene söylene, çizmeleriyle dalga geçerek çizmelerini attı, ertesi gün ayağına hafif bir ayakkabı giymeye kendi kendine söz verip, lastik kovasını sallaya sallaya, dar patikanın sonuna koştu. Tam geldim dediğinde, birden:
– An-ne!… – diye beklenmedik bir ses işitip, alnını bir direğe çarpmış gibi aniden durdu. Gözleri kocaman açıldı, şangır şungur sesler çıkararak taşların üstüne kovalar düştü. Biri de tangır tungur geldi ve suya düştü.
Yiğit karşısında korkmuş bir kızın durduğunu fark etti ve hiç düşünmeden lastik kovasını bıraktı ve kovanın ardından koştu. Buradan Aknögöş’e doğru akıp gitmeyi çok sormaz kova. Su hızlı akıyor. Taştimir dikkatsizce sivri bir taşa bastı ve ayağı kayınca kendi de düştü. Ama kovayı da yakaladı. Pınar suyu soğuk, bacakları dondu. Yiğit kenara çıktığında şaşkındı. Şimdi de rengi kaçan kız kahkahayla gülüyordu.
– Ha-ha!… Ağabeyciğim neredeyse kaybolacaktınız.
Kızın sesi Aknögöş boyuna, dağlar üstüne, çalılıklara dağılarak çın çın çınlayıp geri dönüyor. O gülmesini durdursa da dağlar, gülüşü devam ettiriyordu. Bu görüntüyü acayip bulup, Taştimir de gülmeye başladı.
– Ha-ha-ha!!… Ben şimdi birisinin yüreği yarıldı da öldü demiştim, – dedi.
O anda Taştimir bu genç kızı tanıdı. Geçen gün kovasını ona veren kızdı işte! Diğeri de tanıdı delikanlıyı, bunun için korkusu çabuk geçti.
– Yüreğim ağzıma geldi, dedi o gülümseyip. E, e siz arabada değil misiniz? Saman şapkanız da yok…
Taştimir yalın ayak, ayrıca, suya düşmüş tavuk görüntüsüyle çok komik görünüyordu. Çekinerek kıza kovayı verdi.
– İyi misin, bacım! – dedi o. Ayağı ağrıyordu, oradaki çimene oturdu. O, kızın sorusuna cevap vermediğini hatırlayıp, konuşmaya başladı: E… Siz araba sesini işitmediniz mi ki?
– Yok…
Kız çok sevimliydi. Yuvarlakça, toplu, buğday benizli, güvenerek bakan iri kara gözleri ve yay gibi kaşları olan, dolgun dudaklı, küçücük ağızlı biri. Gülümsediğinde ya da güldüğünde yanakları çukurlaşıyor. Saçları uzun onun, tek örgülü, beline kadar da geliyor. Uzun boylu, bilekleri ve bacakları güneşte yanmış. Pırıl pırıl görünen dişleri Taştimir çok beğendi.
Kendi sırasında kız da delikanlıyı iyice gözden geçirdi. Bunu sezdirmeden yapmaya gayret etti o, ama onun çok ilgilendiğini sayısız kıvılcımlarla parlayan kara gözleri belli ediyordu.
– Çizme giyip gezince, içinde ayaklar pişti, – dedi Taştimir, kızın bakışlarını fark edip. Burada dinlenmek için yalın ayak geziyordum.
– Bir kez suya girip çıktınız da… – Güzel kız yine bir kez daha kahkahayla güldü. O artık tamamen alıştı delikanlıya, kendine yakın bulup, kendinden bahsetmeye başladı: – Ağılda inek sağmada çalışıyorum. Bizim öğle sağımından sonra vaktimiz boş. Akşama kadar. Anneme yardım olsun diye suya gelmiştim. Bu Keleşküzi’nin suyunu bir başka seviyor. Diğer pınardan getirip semavere koyduğumda, o zaman hemen, Keleşküzi’nin suyu değil bu çocuğum diyor. E, benim için hepsi aynı.
– Büyükler biliyor işte… Taştimir de söze karıştı. O anda o da her zamanki gibi dudaklarını yayıyordu.
İkisi de çoktan tanışıyorlarmış gibi, konuşmaya devam ettiler.
– Benim annem, ağabey, öyle yaşlı değil – dedi kız, yavaşça ayaklarını büküp, pınara yakın büyük beyaz bir taşa oturdu. Tam bir mermer heykel gibi şu anda o. Öyle geldi Taştimir’e.
– Suya gelemiyor mu?
– Onun beli ağrıyor, soğuk geçmiş, ağabey.
Delikanlı sınayarak bakıp:
– E, ben senin ağabeyin miyim ki? – dedi. Öbürü merakını yenemedi.
– Kaç yaşındasın ki?
– Yaş dediğin ne… Orta okulu tamamlayalı daha bir yıl oldu. Mektepte ehliyet sınavına girmiştim. Çalışıp duruyorum işte.
– Hım, öyleyse şey, – kız canlandı. Yüzünün uçları çukurlaştı, – ağabey demem yersiz oldu. Ben de okulu yeni bitirdim. – Kızın söyleyecek sözleri vardı. Taştimir bunu sezdi.
– Öyleyse bu yıl mı tamamladın? – Taştimir ‘sen’e geçtiğinin farkında değildi.
Diğeri utandı ve:
– Onuncu sınıfı tamamlayınca, geçen yıl işe başladım, – dedi, – anneme yardım etmek gerekti. Tabi bütün insanların okumuş olması gerekmiyor.
Taştimir konuşmadı. Düşünüp sessizce oturarak:
– Biz yaşıtmışız ya, dedi. – E… şimdi bacım demek olmaz, ne diye sesleneyim?
– Mevsile, Mevsile benim adım, diye güldü kız.
– E, ben Taştimir.
Onlar birbirine bakıp gülümsedi.
Taştimir, Mevsile yerinden kalkar kalkmaz onun kovalarını aldı, yardım edip su doldurup verdi. Kız kovalarını köyentesine taktı, köy tarafına bir iki adım attı ve yiğide döndü.
– Taştimir…e… sen… Mevsile hızlıca baktı ve “siz”e geçti. – Siz bizim köyde mi çalışıyorsunuz? İlçe merkezinden gelip sebze deposu inşa ediyorlar diyorlardı.
– Evet, СКАЧАТЬ